Nihal Atsız’ın 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası öncesinde oğlu Yağmur Atsız’a hitaben bir vasiyetname hazırlamış. Gözaltı işleminde yapılan aramada kasasında ele geçirilen vasiyetnamesi Atsız’ın yargılamasında delil olarak sunulmuş. Nihal Atsız, yaptığı savunmalarda oğluna yazdığı vasiyetnamenin suç unsuru teşkil etmediğini belirtmiş. Yağmur Atsız, 2012 yılında yazdığı bir köşe yazısında günümüzde Nihal Atsız’ın oğluna yazdığı vasiyetname olduğu ileri sürülen, envai milletin düşman olarak zikredildiği metnin orijinal vasiyetname olmadığını belirtti. Nihal Atsız’ın beyanları, 1944 yılında oğluna benzer içerikli (daha kapsamlı) bir vasiyetname yazdığını işaret ediyor. Mevcut bulgular ışığında Atsız’ın oğluna vasiyeti olduğu ileri sürülerek paylaşılan metin için yapılabilecek en uygun tanım “Nihal Atsız’ın oğluna bıraktığı vasiyetten bahsettiği için vasiyetin kendisi zannedilen yazı” şeklinde olacaktır.

 

 

Yazar, romancı, şair, düşünür ve öğretmen Hüseyin Nihal Atsız’ın (12 Ocak 1905 – 11 Aralık 1975) oğlu Yağmur Atsız‘ın (4 Kasım 1939 – 29 Ekim 2023) vefatıyla birlikte Atsız’ın oğluna vasiyeti yeniden gündeme geldi.

 

Nihal Atsız’ın birçok milleti “düşman” olarak nitelediği, oğlu Yağmur Atsız’a bıraktığı vasiyeti olduğu iddiasıyla yaygın şekilde paylaşılan metin şöyle:

 

“Yağmur Oğlum;

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol!

Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.

Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.

Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.

Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır.

Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı.

Tanrı yardımcın olsun.

Hüseyin Nihal ATSIZ – 4 Mayıs 1941”

 

nihal-atsiz-vasiyetname

 

Vasiyetname metni seslendirilerek de farklı sosyal medya platformlarında paylaşıldı.


Yağmur Atsız, söz konusu vasiyetin orijinalinin elinde bulunmadığını belirttiği bir köşe yazısında paylaşılan metnin gerçek bir vasiyet olup olmadığı hakkında düşüncelerini aktardı.

Yağmur Atsız’ın iddia olunan vasiyetin orijinaline 1944 yılında polisin evlerinde yaptığı aramada el konulduğunu, babasının vasiyetinin kendisinde olmadığını, orijinalini görmediğini söylediği Star gazetesinde 9 Temmuz 2012 günü yayımlanan “Atsız’ın ‘Vâsiyetnâme’si” başlıklı yazısından ilgili bölüm şöyle:

“Bir önceki yazımda internete girerek orada “kendimi” yâni Yağmur Atsız maddesini arayıp hayretlere düşdüğümü belirtmişdim.

Neden hayret etdiğimi orada kısaca anlatdım. Fakat ayrıca dikkatimi çeken bir başka husus, Babam Nihâl Atsız’ın “Vâsiyetnâme”sinin de bu yazılanlar arasında aşırı derecede büyük bir rol oynaması oldu. Bu üçyüz küsur bin “girme”nin (entry karşılığı kullandım. Nasıl?) tabii ki ancak rastgele bir bölümüne göz atabildim ama edindiğim izlenim tamâmı içinde en az yarısının bu “Vâsiyetnâme”ye değinmeden edemediği yolunda.

Belki bilmeyenler vardır, tabii artık kaldıysa. Atsız 1941 târihli bu metinde, o zamanlar henüz birbuçuk yaşında olan bana hitâb ederek özetle, aşağı yukarı akla gelebilecek bütün milletleri “bizim düşmanlarımız” olarak tavsîf ediyor ve bunların hepsiyle boğuşmak zorunda kalacağım için bana Tanrı’dan kolaylıklar diliyordu.

Vasiyetnâme yazmasının sebebi ise o günler Almanya ile harbe tutuşmamız bir an meselesi gibi olduğundan silah altına alınacak ve Trakya’da cereyân edecek çok kanlı muhârebeler sırası büyük bir ihtimalle şehid düşeceğini tahmîn etmesiydi.

Pazartesi sabahı (Şu internet olmasa hayatda ne halt edecekmişiz acabâ?) yine âletin başına oturarak “Nihâl Atsız” diye girdim. Rahmetli Peder hakkında ise altıyüz küsur bin madde var! Madde bağımlısı olmamak işden değil!

Onların fevkalâde büyük bir bölümünde de yine bu “Vâsiyetnâme”den bahsedildiğini tesbît etmek beni şaşırtmadı, tahmîn ediyordum.

Bu “Vasiyetnâme” muhabbeti onyıllardır, yaklaşık 55 yıldır, bir türlü peşimi bırakmadığı için bu konuya biraz sarâhat getirmem artık farz değilse bile sünnet oldu diyebiliriz:

Efendim, ben bu “vasiyetnâme”nin varlığından, onüç ondört yaşlarında bir öğrenciyken o zamanki ünlü “Akis” Dergisi’ndeki bir story vâsıtasıyla haberdâr oldum. O yorumlu haberin sonunda “Oğlum, işte senin baban gibi sivri akıllılar…” şeklinde bana da bir direkt hitab vardı. Ömrümde bu yoldan aldığım ilk mesaj olduğu için heyecanlandım. Pek olumlu bir hava taşımadığı, beni düpedüz küçümsediği için biraz da bozuldum.

Bu “Vasiyetnâme”nin orijinalini görmüş değilim. Çünki 1944 Tevkıyfâtı’nda Babam Ankara’da içeri alınırken sivil polisler bizim İstanbul’daki eve de gelerek yazılı ne kadar kâğıt varsa el koyup götürmüşlerdi. O evrakdan bir daha hiç haber alamadık. Ne de olsa “Millî Şef” devriydi. Öyle fazla ukalâlığın lüzûmu yokdu.

Netîceten bu belge hâlâ yüce devletimizin arşivlerinde olsa gerek.

Tabii çokdan yırtıp atmadılarsa…

Fakat işin asıl ilginç tarafı bu “vasiyetnâme” diye yarım asırdan uzun süredir laklakıyyâtı yapılan metnin Nihâl Atsız’a âid vasiyetnâme ile bir alâkası bulunmamasıdır!

Gerçi son tahlilde bu da bir “vasiyet”dir, zîrâ “Evlâdım, git o milletlerin hepsini tepele!” diyor.

Diyor ama “Oğlum Yağmur, vasiyetnâmeyi biraz önce bitirdim.” cümlesiyle başlıyor!

Asıl vasiyetnâme olsa “bunu biraz önce bitirdim” diye mi başlar?

Velhâsıl vasiyetnâme-vasiyetnâme diye bir şamatadır gidiyor ama insan biraz da okuduğunu anlar, değil mi?

Bakınız beni nelerle uğraştırıyorlar!”

 

Yağmur Atsız, babasının kendisine hitaben bir vasiyetname yazdığını ikrar ettiği yazısında “Oğlum Yağmur, vasiyetnâmeyi biraz önce bitirdim” cümlesiyle başladığı için paylaşılan vasiyetnamenin sahte olduğunu düşündüğünü belirtmiş.

 

Her ne kadar Yağmur Atsız, paylaşılan metnin babasının kendisine yazdığı vasiyetname olmadığını “Fakat işin asıl ilginç tarafı bu ”vasiyetnâme’ diye yarım asırdan uzun süredir laklakıyyaâtı yapılan metnin Nihâl Atsız’a âid vasiyetnâme ile bir alâkası bulunmamasıdır!” cümlesiyle ileri sürse de, Nihal Atsız’ın beyanları 1944 yılında oğluna benzer içerikli (daha kapsamlı) bir vasiyetname yazdığını işaret ediyor.

 

Paylaşılan metnin Nihal Atsız’ın oğlu için hazırladığı vasiyetnameden cümlesi cümlesine alıntı olup olmadığı mevcut bulgular ışığında tespit edilemese de, oğlu Yağmur Atsız’a farklı milletlerin düşman olduğunu belirttiği bir vasiyetnamesinin bulunduğu biliniyor. Bu hâliyle paylaşılan metin için yapılabilecek en uygun tanım “Nihal Atsız’ın oğluna bıraktığı vasiyetten bahsettiği için vasiyetin kendisi zannedilen yazı” şeklinde olacaktır.

 

4 Kasım 1939 tarihinde İstanbul’da doğan Yağmur Atsız, vasiyetname metninde belirtildiği şekilde 4 Mayıs 1941 tarihinde yaklaşık 1,5 yaşında idi.

 

Paylaşılan vasiyet metninin  (Irkçılık-Turancılık Davası duruşmalarında ırkçı olduğunu reddetmeyen) Nihal Atsız’ın ideolojisiyle uyumlu olduğu aşikâr.

 

Yağmur Atsız, verdiği bir demeçtebabasının ırkçı olduğunu kabul ettiği bir demecinde şu ifadeleri sarf etmişti:

“Babanız Nihal Atsız’ın ırkçı olduğunu kabul ediyor musunuz? Kafatasçı mıydı?

 

YAĞMUR ATSIZ: Babamın ırkçılığı konusunda birşey söylemiyorum. Ama kafatasçı değildi. Onun kafatasçı olduğunu iddia edenler, benim yazımdan yola çıktıklarını söylüyorlar. Ben ironik olarak, “Evet, Atsız kafatasçıydı. Herkesin kafatasını ölçer, hatta rapor yazardı” dedikten sonra, işin aslını anlatıyorum. Irkçı temayülleri olmakla birlikte kafatası ölçmek, kan tahlili yapmak gibi şyelerden katiyyen hoşlanmazdı, gülünç bulurdu. Hatta dalga geçmek için hafsala denen aletle insanların kafatasını ölçmeye başladı. Bunu da ciddiye alanlar oldu. Yazımın sadece bir bölümünü alınca, ciddiymiş gibi oluyor. Irkçılık başka, kafatasçılık başka. Yoksa ben, Atsız’ın katı milliyetçi fikirlerine katılmadığımı yazdım.

 

Babanızdan bu kadar farklı görüşlere sahip olmanızı neye bağlıyorsunuz?

 

YAĞMUR ATSIZ: Bir kere ırkçılığı reddediyorum. İnsanların soylarıyla soplarıyla ilgilenmem. Babam Nihal Atsız, Ziya Gökalp milliyetçiliğinin varisiydi, görüşlerime uymayan bir milliyetçilik anlayışına sahipti. O ekol bizi Orta Asya’ya bağlıyor. Ben, aidiyetimizi Osmanlı-Selçuklu medeniyetine bağlayan Yahya Kemal ekolüne mensup addederim kendimi. Nihal Atsız bizi atının terkisine alıp Orta Asya’daki Ötüken Vadisi’ne getirmiş, bir kara çadırın önüne bırakmıştır. 1500 yıl öncesiyle bağlantı kuruyor. Orta Asya elbette kaynağımız, ama 950 yıllık bir Selçuklu ve Osmanlı geleneğimiz var. Derimi kazısan Göktürk çıkmaz; önce Osmanlı, sonra Selçuklu, belki kemiğe yakın yerde Göktürk çıkar….”

 

7 Eylül 1944’te başlayan ve 29 Mart 1945’e kadar süren, Türk siyasetinde ilgili dönemde öne çıkan 23 kişinin ırkçılık ve turancılık ile suçlandığı, 65 oturumluk Irkçılık-Turancılık Davası olarak bilinen yargılamada Nihal Atsız aleyhinde sunulan delillerden birisi, farklı milletleri düşman olarak nitelediği vasiyetnamesi oldu (Elif Akar (2019). Türkiye’de Türkçülük, Turancılık ve Yargılamalar (1944-1950 Arası Dönem). Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü. Doktora Tezi. Ankara).

 

Nihal Atsız, yargılamada yaptığı savunmada kasasından çıkarılan oğlu için hazırladığı vasiyet ile suçlanamayacağını belirtmişti.

 

Atsız, Kür Şad adlı derginin 1947 yılı Temmuz ayında çıkan sayısında oğluna tüm milletleri düşman gösteren bir vasiyetname yazdığını şu sözlerle kabul etmişti (Atsız’ın “Sıfır’a Cevap” başlıklı bu yazısında “Sıfır” namıyla kastettiği kişi dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’dir):

Oğluma yazmış olduğum vasiyetnamede bütün milletleri bize düşman göstermemi Sıfır hazmedemiyor. Zaten aramızdaki fark da buradadır. Moskofları gücendirmemek uğruna Türkçülere karşı takınılan yüz kızartıcı durumun hiçbir işe yaramadığını, Moskofların edepsizlikte ileri gitmelerinden başka bir sonuç vermediğini hep birlikte gördük. Onun için ben yabancılarla dostluktan bahsedenlere, hele bunda samimî olanlara sadece acır, geçerim.”

“3 Mayıs nümayişi Türkçülüğün komünizme karşı ilk fiilî hareketiydi. Bunu Ankara’da zorla susturmak istiyen Halk Partisi Hükümeti iki yıl sonra emir vererek İstanbul’da aynı hareketi tekrar ettirmek suretiyle fikren mağlûbiyetini kabul etmiş bulunuyordu. Bu mağlûbiyetten sonradır ki biz İki Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde beraat ettik. Sıkı Yönetim Komutanlığı bunu temyiz etmekle hiçbir şey çıkmaz. Çünkü bizi tahliye eden ve hakkımızda verilen bütün cezaları kökünden bozan, Askerî Yargıtayın umumî heyetidir. Bu dâva artık olup bitmiştir. Fakat Sıfırın dâvası daha görülmemiştir. O, kendisini müdafaa etmek isterken hâlâ bize “tahrikçi grup” (s. 13), “Nazi dostu ve mihverci” (s. 18), “iğvâcı” (s. 19) ve “faşist” (s. 21) demekle hakikatleri tahrifte devam etmiştir. Bana faşist, Nazi dostu ve mihverci diyen “Sıfır” kendi kitabının 17. sayfasında Almanları da millî düşman saydığımı gösteren bir vesikayı yayınlıyor. Onun vesika dediği şey Almanların Yunanistanı zaptettiği sırada büyük oğluma yazdığım vasiyetnamenin bir parçasıdır. O zaman Almanların Türkiyeye saldırmasına gün meselesi diye bakılıyordu; ordu, köprüleri atarak Çatalcaya çekilmiş, okullar Nisan ayında tatil yapmıştı. Sıfırın iftirası gibi Nazi dostu ve mihverci olsaydım öyle bir vasiyetname yazmazdım. Bundan başka 1939’da yazılan bazı manzumelerimle de ben naziliğe ve faşistliğe karşı olan bakışımı belli etmişimdir. Moskoflarla çarpışıp onların belkemiğini kırdıkları için Almanlara karşı -her Türk gibi- duyduğum sempatiye nazilik diyen Sıfıra, benim de Moskofçu dememekliğim için kendisinin Ruslar aleyhinde bir yazısını görmem icap eder.. Yoksa kendi itirafı veçhile 15 milletten 496 klâsik yayınlıyarak bunun 63 tanesini Rus klâsiklerinden (!) yaptırmak ve bir tek, evet bir tek, Türk klâsiği neşretmemek kendisi için iyi bir not değildir. Meğer şu Ruslar ne de kültürlü milletmiş. Avrupa kültürünün babası olan Yunan klâsiklerinden 62 tane neşrolunuyor da yarı barbar ve aşağılık Moskofun klâsiklerinden (!) 63 tanesi Türk milletine sunuluyor. Her milletten kaç tane klâsik neşrolunduğunu gösteren şu listeye bir bakın:”

 

Kamuoyunda “Irkçılık-Turancılık Davası” adıyla bilinen 1944 Türkçülük Davalarında mahkeme heyetine karşı yaptığı savunmada da Atsız oğluna yazdığı vasiyetnameye değinmişti:

“Kazım Alöç yalnız metin tahrifiyle kalmamıştır. Almanlar ve İtalyanlar aleyhindeki manzum ve mensur yazılarım kendisince malumken ve Almanların Balkanlara inerek Türkiye’ye saldırmalarına muhakkak diye bakıldığı bir zamanda yazılmış olan vasiyetnamem kendisinin önünde iken, hele bu vasiyetnamenin oğluma ait bölümünde Almanlar ve İtalyanlar da millî düşmanlarımız arasında sayılmışken bana faşist taklitçisi (Son Tahkikat s.31) diyerek metni tahriften daha kötü bir hakikat tahrifine tenezzül etmiştir. Dava dosyasındaki mektupları görebilseydim daha birçok tahrif örnekleri verebilirdim. Fakat bu kadarı da ispat ediyor ki Savcı Kazım suç teşkil etmeyen yazılarımızı beğenmediği için bunlarda küçücük değişiklikler yapmakta mahzur görmüyor. Esasen savcı Kazım hiçbir şeyi beğenmiyor. Ona göre bizim her hareketimiz bir suç teşkil ediyor. Doktor Hasan Ferit suçludur, çünkü dargınları barıştırmıştır. Orhan Şaik, o da suçludur; çünkü dargınları barıştırmamıştır.”

Savcı Kazım zoraki bir aleniyet yaratmak için çırpınmakta ve hiç kimseye gösterilmemiş olan vasiyetnamemi de suç delili gibi ortaya sürmekte ise de gayreti boşunadır. Kazım Alöç’ün dostu olsaydım, onun da böyle baştan başa vatanperverlik ve ahlâk dersi olan vasiyetnamesi bulunmasını temenni ederdim. Onun yerinde olsaydım bunu sahibine iade ederdim.

Kimsenin görüp bilmediği vasiyetnamede bazı şahısları sevmediğim için beni hiçbir kanun, hiçbir mahkeme mahkûm edemez. Ben herkesin sevdiği insanları sevmeye mecbur değilim. Hele psikanalizin ortaya koyduğu hakikatlerden sonra tahteşşuurlarındaki zulmetlerle, gönüllerinde yaşayan ifritlerle hiçbir insanı sevilmeye layık bulmuyorum. Bütün didinmelerden sonra büyük kâinat manzumesinde meçhul bir zerre olacağımızı düşünüyor ve bu kadar boş bir neticeye varmadan önceki şu kısa misafirlikte insanların vicdanına karışmak hamakatını gösterenlere acıyorum. Hiçbir hakiki bahtiyarlığın bulunmadığına kani olduğum dünyada tek vazife ve teselli bildiğim ülkü, şahıslardan sıyrılmış yüksek bir duygu ve düşüncedir. O, çirkin yüzlü ölümü bile güzelleştirip bir sevgili gibi bağrımıza bastırır. Hayatın zehir zemberek kasırgalarını ruhumuzda nisan rüzgârı gibi estirir. Acıların önünde bizi granit heykeller gibi susturur. Ben bu yolun üzerindeyim. Onun içindir ki, oğluma zengin olmasını, bahtiyarlık için çalışmasını değil, Turan’ı kurtarmak için yapılacak kutlu savaşta şehit olmasını vasiyet ediyorum. Savcı beğenmese de bütün dünya hoşlanmasa da ben böyleyim işte… Vasiyetnameyi suç saymak insanların beyinlerinden geçen düşünceleri suç saymaya benzer. Acaba Kazım Alöç yirmi üç maznunun kafalarında kendisi için dolaşan mahrem fikirlerden dolayı da herhangi bir kanuni maddenin tatbikini isteye bilir mi?”

“Netice olarak şunları söylüyorum,

  1. Türkçüyüm. Türkçülük milliyetçiliktir. Irkçılık ve Turancılık da bunun şümulüne dâhildir. Memleket ya bu iki temel üzerinde yükselecek veya yıkılacaktır. Irkçılık ve Turancılık, anayasaya aykırı değildir. Ceza Kânununda sarahatle suç olduğu yazılmayan bir hakaretten dolayı kimse suçlandırılamaz. Devlet de icraatıyla açıkça ırkçı, Hatay’ı ilhak etmekle de Turancıdır.
  2. Yalnız gönderilenlere malum mektuplara ve herkese meçhul vasiyetnameme bakılarak hükümeti alenen tahkir ettiğim iddia olunamaz. Bunlar polisin başka bir mesele için yaptığı arama dolayısıyla elde edilmiştir. Hükümeti tahkir ettiğim hakkında bir şikâyet veya ihbar yapılmış değildir. Şu dakikada böyle mektuplar yazmış veya vasiyetname hazırlamış kaç bin kişinin bulunduğunu Tanrı bilir. Anayasaya göre istediğim gibi düşünmekte serbestim. Çünkü eşit adaletin hüküm sürdüğü hür vatandaşlar diyarının vatandaşıyım.
  3. Ankara nümayişini hazırlamadım. Bu nümayiş, mebusların teşvik ve Sabahattin Ali’nin tahrik ettiği milliyetçi gençliğin kalbinden kopmuş maşerî ve millî bir harekettir. Bunu hükümet aleyhinde bir hareket diye gösteren benim şahsî ve barışmaz düşmanlarım olan Hasan Ali ile Falih Rıfkı olmuştur.

Sözlerimi bitirirken tarihî bir misal zikretmeden kendimi alamıyorum. Taşa tutularak öldürülecek bir maznun hakkında İsa peygambere fikrini sordukları zaman ilk önce hiçbir söz söylememiş, ısrar olununca “İçinizde hiç günahsız olan kim ise ilk taşı o atsın” diye cevap vermiş.

Siz de eğer bir parça olsun benim gibi düşünmüyorsanız, iyi veya kötü daima doğruyu söylediğime kani değilseniz, istediğiniz şekilde karar verin. Siz hâkimler de insan olduğunuz için belki insanlık icabı zühullerde bulunabilirsiniz. Fakat yanılmaz hâkim olan zaman, yani tarih, hepimiz hakkında en âdil kararı verecek, Irkçı ve Turancı olduğum için mahkûm olursam bu mahkûmluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.

Pazartesi Saat 16.55
19 Şubat 1945
NİHÂL ATSIZ”

 

Nihal Atsız, Orkun’da 25 Mayıs 1951 tarihinde yayımlanan “Yalan” başlıklı yazısında “vasiyetnamesine” “1941’de yazıp mahkeme tahkikatına kadar herkese meçhul kalmış olan vasiyetnamesinde Almanlarla İtalyanları da milli düşmanlar arasında oğluna saymış olan adamdır.” cümlesiyle değinmişti.

 

Atsız, “Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz” adlı hatıratında oğluna bıraktığı vasiyetnamenin mahiyetine şöyle değinmiş:

“Evvelce de söylemiştim ya : O zaman ben bağımsız bir devlettim ve Türkiye’nin müttefiki olarak savaşa katılacaktım. İki müttefik arasında silahların standart olması için de silahlarımı Türkiye’den alacaktım. Yalnız diğer hazırlıklarımı kendime göre yapıyordum: Bir sırt çantasına sargıdan iğneye kadar her şeyimi doldurmuştum. Öyle ki, sefere gitmem hiçbir telaşa lüzum kalmadan olacak ve aceleyle hiçbir şey unutulmıyacaktı. Bunlardan başka bir hazırlığım daha vardı: Zevceme ve oğluma birer vasiyetname yazmış ve bunları Osmanlı Bankasındaki bir kasaya koymuştum.

Vasiyetname yazmamın sebebi şuydu: Almanlarla Trakya’da yapılacak bir harbin pek kanlı ve kıyasıya olacağına inanıyordum. Alman orduları Polonya’yı 17, Fransa’yı 17, Yugoslavya’yı 10, Yunanistan’ı 16 günde çökertmişti. Türkiye, Trakya’ya yarım milyonluktan fazla bir ordu yığmıştı. Her kilometreyi bir tümen koruyacaktı. Bu ordu, Almanlara göre silah ve malzeme bakımından pek iptidaî olduğu için ne korkunç kayıplara uğrayacağı muhakkaktı. Alman tank tümenleri ve hava kuvvetlerinin görülmemiş saldırışları karşısında Türk ordusu Boğazları geçip Anadolu’ya çekilemezdi. Sınırla İstanbul şehri arasında görülmemiş boğuşmalar olacaktı. Belki Alman tankları Boğazlara kadar sokulacak, fakat sağ kalan Türk piyadeleri Alman piyadesini geçirmemek için Çanakkale savaşlarını gölgede bırakan çarpışmalar yapacaktı. Bu cümbüşte sağ kalmak büyük bir talih , sağ kalmayı düşünmek çok büyük iyimserlik olurdu. Bu sebeple vasiyetnameleri hazırlamıştım. Tabiî vasiyetnameler, apartman ve iş hanlarıyla çiftliklerin zevcemle oğlum ve mevcut olmayan kedimle kanaryalarım arasında nasıl bölüştüreceğine dair değildi. Milyarder olsam bile, köpeğine servet bırakan Amerikalı gibi gülünç ve budala olamazdım. Bu vasiyetler millî ve siyasî öğütlerden ibaretti. Bu arada cumhuriyet çağı ileri gelenleri hakkında da kanaatlerimi ihtiva ediyordu.”

 

1944-1945 yıllarındaki Irkçılık – Turancılık Davası’nın sanıklarından Nejdet Sançar (Necdet Sancar), birinci elden tanığı oldu duruşmaları aktardığı “1944 Irkçılık Turancılık Davası Mahkeme Günlükleri” adlı kitabında kardeşi Nihal Atsız’ın bir vasiyetname yazdığını aktarmış.

 

nihal-atsiz-vasiyet

 

Oğluna el yazısıyla yazdığı vasiyetnamesinde Atsız’ın “gayrı Türklerin birleşik hareketlerinden mektep müdürünün Arnavut, sınıf subayının Çerkez olmasından kovuldum.” ve “Atsız Mecmua adında bir dergi çıkardım. Adeta hükümetle uğraşan tek bir insandım. Bu halimden dolayı beni Malatya’ya attılar” cümlelerine yer verdiği biliniyor Mustafa Müftüoğlu (1977). Çankaya’da kâbus (3 Mayıs, 1944). Yağmur Yayınevi. Sf: 125). (Akkan Suver (1976). Nihal Atsız. Su Yayınları).

 

Nihal Atsız, 1944 yılında eşi Bedriye Hanıma yazdığı bir mektupta oğlu için taleplerinde Atatürk ve Cumhuriyet ile ilgili eleştirilere yer verdiği iddia edilmişti.

Atsız’ın (“Türkiye cumhuriyeti 1950 Mayısında kurulmuştur. Ondan önceki 1923-1950 çağı gayrı meşru ve müstebit bir diktatörlük zamanıdır. Diktatörlüğü yapan Halk Partisi, bilhassa onun ileri gelenleridir.” yorumunda bulunduğu) Cumhuriyet’in pespâyelik olduğunu, Cumhuriyet için rahatını feda edemeyeceğini, Cumhuriyet lehine propagandalardan kaçınmasını, milletin eski şuurunu kaybettiğini söylediği iddia olunan mektubu 1944 davalarında Emniyet Genel Müdürü olan Osman Sabri Adal CHP Milletvekili olduğu 1962 yılında TBMM’de okunmuştu.

Bahsi geçen mektup metni şöyle:

“Biz bu savaşta yenilirsek bunun en büyük iki mesulü birinci ve ikinci Cumhurreisleridir. Birincisi memlekete saçtığı ahlâksızlıkla, ikincisi korkaklığı ile buna sebebolacaklardır. Birincisi on beş yıl Cumhurreisliği ettiği halde orduyu imhal etti. İnkılâp hastalığına uğramış bir çılgındı. Etrafına ahlâksız insanları toplamış ve onların memleketi soymalarına göz yummuştur. İkincisi on beş yıldan birincinin mesuliyetlerine tamamen iştirak ettiği için suçludur. Ve İtalya’dan korkacak kadar Korkan bir adamdır. Birincisi şuursuzdur. İkincisi ahmaktır. İkincisinin de müşterek vasfı hilekârlıklarıdır. Millet ‘Meclisi diye topladıkları satılmışlar meclisi ile kendi riyasetlerine meşru bir şekil vermek istemişlerdir. Fakat bunu dünyaya yutturuyoruz sanacak kadar gaflet göstermişlerdir. Ben pek iyi bilirsin ki, Cumhuriyet Rejimi için en ufak rahatımı bile feda etmem…

Okullarda oğlumuza yapılacak Cumhuriyet propagandasını bütün varlığınla önlemelisin. Oğlumuz nerede ve ne şekilde olursa olsun Cum’huriyetin pespayelik olduğunu öğrenmelidir.”

Nihal Atsız’ın söz konusu mektup iddiasının asılsız olduğunu belirttiği “Bu mektup baştanbaşa yalan ve uydurmadır. 1945’te zevcim talebe müfettişi değildi ve Almanya’da bulunmuyordu. İkimiz de İstanbul’da hapishanede idik. Böyle bir mektup varsa çıkarıp ortaya koysun.” ifadeleri Yeni İstanbul Gazetesi’nde “Atsız, Osman Sabri’yi İspata Dâvet Ediyor” başlığıyla 5 Mart 1962 günü yayımlanmıştı.

Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar da iddiayı şu sözlerle tekzip etmişti (Altan Deliorman. Tanıdığım Atsız. Orkun Yayınları. 2. Baskı. 2000. Sf: 198-199):

“Bu milletvekilinin bu acayip hareketi her bakımdan hayret uyandırıyor. Önce: Atsız bugün siyasetle uğraşmamaktadır. Hiçbir parti ile ve hele o günü bahis konusu olan kanun tasarısı ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Şu halde durup dururken onu ve onun karısına yazdığı mektubu meclis kürsüsünden bahis konusu etmeye ne lüzum vardı? Bunun hiç bir izahı yok.

İkinci nokta şu: 1944 davalarında çeşitli mektuplar okundu ve dosyalara girdi, neticede bunların hepsinden Atsız tamamen beraat etti. Ama bunların hiçbirisinde Osman Sabri Adal’ın okuduğu metin yoktu. Bu metin nereden çıkarıldı? Büsbütün uyduruldu mu, yoksa muhtelif kimselerin şuna buna yazdığı çeşitli mektuplardan parçalar birbirine mi eklenerek böyle bir mektup yapıldı.

Ama en mühimi de şuydu: Böyle bir mektup ister sahte, ister hakiki olsun, Osman Sabri Adal’ııı cebinde ne geziyordu? 1944 duruşmalarında bahis konusu olmuş ve dava dosyasına girmiş bir mektup ise bu mektubu kim dava dosyasından çıkarıp da şimdi hiçbir mesut sıfatı olmayan bu Osman Sabri Adal ‘a vermişti? Eğer bu mektup o dosya dışında başka bir mektup ise, bu mektup Osman Sabri Adal’ın ne surette eline geçmişti? Hangi ablak kaidesine ve hangi kanun hükmüne göre Osman Sabri Adal adındaki kişi hiçbir siyasi konu ile ilgili olmayan bir hususi şahsın, karısına yazdığı mektuba el koyuyor ve bunu meclis kürsüsünden okuyordu?”

 

 

 

Yorumunuzu yazınız...