İntihal Yapan Köşe Yazarları
Önemli bir etik sorun: İntihal.
Plagiarism, aşırmacılık, telif hakkı ihlali, emek hırsızlığı, bilgi hırsızlığı gibi anlamlara gelen bu kavramın varlığına maalesef -akademik camiada sıklıkla rastlanmasına benzer şekilde- başkalarının entelektüel emeğini sömüren köşe yazarları arasında da rastlanıyor.
Tespit edilenleri burada aktaralım.
İsmet Berkan
İsmet Berkan, Hürriyet Gazetesi’nde 31 Aralık 2015 günü yayınlanan “Bir 20 milyar kilometreyi daha devirdik” başlıklı yazısında Scientific American dergisinde yer alan bir makaleyi kaynak göstermeden Türkçeye çevirip kısaltarak okuyucularına yutturmuştu (Bkz ilgili yazımız).
Yılmaz Özdil
Yılmaz Özdil ise Sözcü Gazetesi’nde 17 Mayıs 2016 günü yayınlanan “Hulusi Bey” başlıklı yazısının içeriğinin büyük bir kısmını, “Balyoz Davası’ndan baba-kız hikayeleri”ni aktaranVatan Gazetesi’nden Burak Bilge’nin 15 Haziran 2013 tarihinde kaleme aldığı “Cezaevine hüzünlü bir düğün” başlıklı haberden, hiçbir atıf yapmaksızın, kaynak göstermeksizin derlemişti.
Deniz Gökçe
Deniz Gökçe de, Akşam Gazetesi’nde 13 Eylül 2016 tarihinde yayınlanan “Ülkelerin en zor işi istatistikçi olmak” başlıklı yazısında 3 Eylül 2016 tarihinde The Economist adlı dergide yayınlanan “Called to account” başlıklı yazıdan intihal yapmıştı (Bkz ilgili yazımız).
Emre Aköz
Ayşe Hür, Emre Aköz’ün 24 Mayıs 2015 Mayıs günü Sabah Gazetesi’nde yayınlanan “Mevlana ve Şems” başlıklı köşe yazısının, 17 Mayıs 2015 günü Radikal Gazetesi’nde yayınlanan “Şems’le Mevlana, Atatürk’le Mevlevilik ve Bektaşilik” başlıklı yazısından kısaltılarak kaynak verilmeden kullanıldığını iddia etmiş ve eklemişti:
“Emre Aköz benim geçen haftaki ‘Şems’le Mevlana….’ yazımı kısaltıp sayfasına koymuş. Ne ala. Emre Aköz taşıma suyla değirmen döndürenlerden. Bunlar, Allah diye ödüllendirici/cezalandırıcı yüce bir gücün olduğunu düşünseler bu kadar cesur olabilirler miydi?”
Mümtazer Türköne
Her ne kadar köşe yazısı olmasa da, Mümtazer Türköne’nin “Politika” adlı kitabında Andrew Heywood’un “Politics” adlı kitabından “genişçe” yararlandığını sunuş kısmında belirtmişti. Ancak, kitabın içeriğinde sayısıf bölümde referans sunulmaksızın birebir çevirisi yaparak kendininmiş gibi aktardığı da tespit edilmişti.
Yavuz Bahadıroğlu
Yeni Akit Gazetesi köşe yazarlarından Yavuz Bahadıroğlu, “Biz Osmanlıyız” adlı kitabında Çanakkale Savaşı’nda İngiliz Kraliyet Ordusu’na ait 4. Norfolk Taburu’nun kaybolduğuna dair efsaneye yer vermişti. Yavuz Bahadıroğlu ayrıca, Tuncay Yılmazer tarafından Norfolk Taburu’nun hikayesinin İslamcı yazarlar tarafından nasıl çarpıtıldığını inceleyen makalesini tahrif ederek 2012 yılında yayınladığı Çanakkale Kıyameti adlı kitapta bazı eklemelerle efsaneyi gerçekmiş gibi yansıtmakla suçlanmıştı. Yavuz Bahadıroğlu daha sonra bu hatasını asistanını suçlayarak kabul etmişti; ancak 2016 yılında yayınlanan Bir Devrin Bittiği Yer Çanakkale adlı kitabında aynı intihali tekrarlamıştı.
Soner Yalçın
Sözcü Gazetesi ve OdaTV yazarı Soner Yalçın OdaTV‘de yayınlanan “Özgürlük Heykeli’nin Bilinmeyen Öyküsü” başlıklı 25 Mart 2008 tarihli yazısında, Murat Bardakçı’nın Hürriyet Gazetesinde yayınlanan “New York’taki Özgürlük Heykeli’nin parasını Sultan Abdüláziz ödemişti” başlıklı 27 Haziran 2004 tarihli yazısından intihal yaparak, Bardakçı’nın yazısındaki ifadeleri kaynak göstermeden kelimesi kelimesine kullanmıştı.
Melih Altınok
Melih Altınok’un Taraf Gazetesi’nde 29 Temmuz 2011 günü yayınlanan “İklim Değişti Şehre Kemal Burkay Geliyor” başlıklı yazısında Murat Toklucu’nun Chronicle Dergisinin 2009 yılında yayınlanan 14. sayısında yer alan “PKK’dan önce özgürlük yolu vardı” başlıklı yazısıyla büyük benzerlikler taşıdığı tespit edilmişti.
Melih Altınok bu iddiaya ilişkin aşağıda yer alan yanıtında “haber metinlerinde kaynak verilmez” diyerek kaynak sunmadan alıntı yaptığını itiraf etmişti (kendisi köşe yazısı yazdığının farkında değil galiba. Ya da kendini muhabir sanıyor). Yani, Melih Altınok köşe yazılarında kendini kaynak sunmakla mükellef görmeyip bir de zeytinyağı gibi üste çıkmıştı.
“İnternet sitesinizde “taraf yazarı intihal mi yaptı” manşetiyle duyurduğunuz haberi okuyunca kanım dondu. Manipülasyonun, iftiranın, düşmanlığın bu kadarına pes! Manşetinize konu olan ve beni intihal gibi ağır bir suçla itham ettiğiniz haber, Kemal Burkay’ın hayat hikayesidir. Haberde konu olan kişinin doğum tarihi, eğitim durumu v.s gibi somut bilgiler de internetten, köşe yazılarından, Deng yayınlarından çıkan dergi ve kitaplardan, kısacası çok çeşitli kaynaklardan alınmıştır. Evet, 7000 vuruşluk yazının 300 vuruşluk yerini gösterip intihal yaptığımı söylediğiniz söz konusu makaleyi de internette okuyup haberimde yer verdiğim bazı konuları oradan “öğrendiğim de” doğrudur. Tam sayfalık bir haberde daha önceki yazılarımda defalarca dile getirdiğim; -PSK’nın kurucuları, kuruluş tarihi, -PKK’nın şiddeti fetişleştirmesi, kendilerine eskiden “apocu” denmesi, -Burkay’ın özgürlük yolunun şiddeti reddetmesi, (PSK’nın parti tüzüğü ve programında da yer alan hedefleri içeren bu cümle tırnak içindedir) Burkay ile Öcalan arasındaki siyasi mücadele, -Türkiye KDP’sinin, Barzani’nin KDP’sinden etkilnediği gibi, her kaynakta defalarca tekrar edilen klişe niteliğindeki bilgiler sizin için çok orjinal olabilir. Ancak üzülerek bildirim ki, politkiya yakından takip eden lise çağındaki bir genç için bile bu bilgiler klişenin ötesine geçmez. Bu bilgileri çaldığımı iddia etmeniz nasıl bir kinin tezahürüdür gerçekten merak ediyorum? Kaldı ki, özgün fikri mi alıntıladım da kaynak göstermedim. Hayır herkes tarafından bilinen ve patenti herhangi bir kimsede olmayan bilgileri haberde kullandım. Her hangi bir haber metninde Mustafa Kemal hakkında biyografik bilgilere yer verdiğinizde ya da tek parti döneminin otoriter olduğunu söylediğinizde de, bu bilgilere yazılarında yer vermiş binlerce yazardan intihal yapmış mı oluyoruz? Kaldı ki, haber metinlerinde kaynakça kullanılır mı? Gazeteciliğin “duayenleri” bu basit bilgiden bihaber mi? Buyurun, size bir atacak bir çamur daha vereyim sevgili meslektaşlarım ”Taraf yazarı Burkay’ın doğum tarihini ve doğum yerini, Anılar- Belgeler Cilt 1’den intihal mi yaptı” diye provakatif şekilde bir manşet de atabilirsiniz. Çünkü o bilgileri de adını andığım kitaptan aldım. Hatta metni yazarken bana sözlü bilgi aktaran HAK-PAR yöneticilerinin adına da yer vermedim haber metninde. Bu intihali de atlamayın derim. Gerçekten inanılır gibi değil. Tavrınızın, manipülasyonunuzun bir mantığı olmadığını biliyorum. Ancak herkesin takdir ettiği habercilik başarılarımızı görmezden gelmekte müthiş bir performans sergileyen sitenizin, Taraf’la ve şahsım üzerinden liberal sol yazarlarla kişisel husumetlerine alet olmasını, görüşümün alınmasına dahi gerek görülmeden bu ağır ithamlarda bulunmasını esefle kınıyorum. Bu çamur atma operasyonu elbetteki ilk değil. Hangi birini sayalım. CNN’de katıldığım bir televizyon programında “Başıma taş düşse siyasal iktidar sorumludur, başbakan sorumludur” şeklindeki kayıtlarına rahatça ulaşılabilecek sözlerimin bile “Altınok başınıza taş düşse başbakandan bileceksiniz dedi” diye çarpıtıldığı bir ortamda ne desek boş. Genel olarak bu tür iftiraları ciddiye almıyorum. Yanıt bile vermeyi gereksiz sayıyorum. Ancak haberiniz pek çok site tarafından alıntılanıyor, konudan habersiz pek çok kişin kafasını bulandırıyor. Elbette bu yanıtımız da bir işe yaramayacak. Neyse siz amacınıza ulaştınız. Daha fazla söze hacet yok. Hoş, belki bu kadarı bile gereksizdi ya.”
Ertuğrul Özkök
Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök, “Ne egosu! Amerika’dan büyük bir ego mu vardı” başlıklı 17 Nisan 2020 tarihli yazısında Medipol Üniversitesi Üroloji Bölümü’nden Prof. Dr. Zeki Bayraktar’ın analizini -kendisine herhangi bir referans vermeksizin- aynen kullanmış.
Ertuğrul Özkök’ün yazısından ilgili bölüm şöyleydi:
"En önemlisi hastalığın tanımlandığı gibi tipik bir ARDS tablosu olmadığını, pıhtılaşma bozukluğu gibi ilave problemlerin de meydana geldiğini ve hastaların bu nedenle de kaybedildiği gözlemlendi. Dolayısıyla antikoagülan ilaçlar da algoritmaya eklendi."
Prof. Dr. Zeki Bayraktar’ın Facebook profilinde Özkök’ün yazısından 2 gün önce 15 Nisan 2020 tarihinde paylaştığı “Sahadan da Müjdeli Haberler Var” başlıklı yazısından ilgili bölüm ise şöyleydi:
“Ve belki de en önemlisi hastalığın tanımlandığı gibi tipik bir ARDS tablosu olmadığını, koagülopati (pıhtılaşma bozukluğu) gibi ilave problemlerin de meydana geldiğini ve hastaların bu nedenle de kaybedildiğini gözlemledik. Dolayısıyla antikoagülan ilaçları da algoritmamıza eklemiş olduk.”
İki metni karşılaştırdığımızda Özkök’ün Bayraktar’ın değerlendirmesini atıf yapmaksızın aynen kullandığı anlaşılmaktadır.
Prof. Dr. Bayraktar, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda “Ertuğrul Özkok’ün bu yazısına katılıyorum, hem de kelimesi kelimesine” sözleriyle bu aşırma hadisesini tiye almıştı.
Ertuğrul Özkök, Prof. Dr. Bayraktar’ın değerlendirmesini kelimesi kelimesine aynen aktarırken “Bazı doktor arkadaşlarımla konuştum. Anlattıklarından çıkardığım sonuç şu” ifadelerini kullanmıştı. Ancak, Prof. Dr. Bayraktar, Ertuğrul Özkök’le tanışmadığını, haliyle bu konu hakkında konuşmadıklarını belirtmişti (Bazı sosyal medya kullanıcılarının Ertuğrul Özkök’le arkadaş olup olmadığı sorusuna “Hayır, tanışmıyoruz, hiç görüşmüş de degilim, ne yüz yüze, ne telefonla” yanıtını vermişti).
Hasan Karakaya
Selman Emre, Milat Gazetesi’nde 9 Kasım 2014 günü yayınlanan “Amerika ve Esed omuz omuza” başlıklı yazısının 3 gün sonrasında 12 Kasım 2014 günü Hasan Karakaya tarafından Yeni Akit Gazetesi’nde yayınlanan “IŞİD gider, Horasan gelir… Amerika’da oyun ve örgüt bitmez!” başlıklı yazısında kopyalandığını (18 Kasım 2014 günü yayınlanan “Hasan Karakaya’ya Yakışmadı” başlıklı yazısında) ortaya koymuştu:
Tam bir hafta önce, takvimler 9 Kasım 2014’ü gösterirken bu köşede “Amerika ve Esed omuz omuza” başlıklı bir yazı yazdım. Yazıda Amerika’nın artık Beşşar Esed’le Suriyeli muhaliflere karşı ortak hareket ettiğini detaylı bir şekilde anlattım. Söz konusu yazımın gazetede çıkmasından 3 gün sonra ilginç bir mesaj geldi. Mesajı atan kişi yakın bir arkadaşımdı ve Akit Gazetesi’nden Hasan Karakaya’nın benim yazdığım yazıyı ufak rötuşlarla kendi köşesinde aynen yayınladığını söylüyordu. En başta arkadaşın şaka yaptığını düşündüm. Sonuçta Hasan Karakaya yılların gazetecisiydi. Akit’in Genel Yayın Koordinatörü olarak görev yapıyordu. Bunun yanında devlet ona akil adamlık payesi vermişti. Ayrıca Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın özel uçaklarında kendine yer bulabilen sayılı gazetecilerden biriydi. Hemen internetten Karakaya’nın 12 Kasım 2014 tarihli köşesine baktım. Yazısının başlığı “IŞİD gider, Horasan gelir… Amerika’da oyun ve örgüt bitmez” şeklindeydi. Bu başlık, benim yazımın içeriğiyle uyuşuyordu. Sonra her satırını dikkatlice okumaya başladım. Bir de ne göreyim? Arkadaşın söylediği doğruymuş. Hasan Karakaya benim “Amerika ve Esed omuz omuza” başlıklı yazımı, tam sayfa olarak yazdığı köşesinin merkezine yerleştirmiş. Birkaç cümle hariç paragraflarımın sırasını bile bozmadan, bazı yerlerde direk benim ifadelerimi kullanarak, bazı yerlerde ifadelerimdeki birkaç kelimeyi değiştirerek ya da eklemeler yaparak paylaşmış. Paylaşmış dediğime bakmayın tabi. Karakaya yazısının ana omurgasını oluşturan bana ait bölümleri kendi düşünceleriymiş gibi okurlara sunmuş. Yazıdan birkaç örnek vermek istiyorum. Mesela aşağıdaki bölümde birkaç kelime eklemiş ve sadece fiili değiştirmiş: - Selman Emre: IŞİD’i bahane eden Amerika Halep ve İdlib’te Esed’e karşı savaşan muhalif grupları vuruyor. - Hasan Karakaya: IŞİD’i bahane eden Amerika; Halep ve İdlib şehirlerinde “Esad’a karşı savaşan muhalif grupları” bombalamakla meşgul. Şurada ise benim cümlemi tamamen alırken, “bu hafta” dediğim yeri “geçtiğimiz günlerde”şeklinde rötuşlamış: - Selman Emre: Çok fazla geriye gitmeye gerek yok. Sadece bu hafta Amerika’nın Suriye’de yaptığı hava saldırılarına bakmak bile yeterli. - Hasan Karakaya: Çok fazla geriye gitmeye gerek yok. Sadece geçtiğimiz günlerde Amerika’nın Suriye’de yaptığı hava saldırılarına bakmak bile yeterli. Yazının ana kurgusu komple bana aitken Hasan Karakaya ufak kelime oyunları oynamayı da ihmal etmemiş. Örneğin eski bir terörle mücadele uzmanı olan Andrew C. McCarthy’den alıntı yaptığım bölümde şöyle yazmış: - Selman Emre: Horasan’ın hayali bir örgüt olduğunu düşünen çok sayıda kişi var. Bunlardan biri de eski terörle mücadele savcılarından Adrew C. McCarthy. McCarthy geçen ay şunları yazdı… - Hasan Karakaya: Oysa; tıpkı benim gibi, Horasan’ın “hayali bir örgüt” olduğunu düşünen çok sayıda insan var. Bunlardan biri de eski terörle mücadele savcılarından Adrew C. McCarthy. McCarthy geçen ay şunları yazdı… Yukarıda verdiğim 3 parça sadece örnek. Her iki metni baştan sona okursanız durumun vahametini net bir şekilde görebilirsiniz. Unutmadan şunu da söyleyeyim. Yazıyı sadece internette okumadım. O gün gidip bir tane de Akit gazetesi aldım. Hem internet hem de gazeteye basılan yazılarda fark yok. Açık konuşmak gerekirse yaptığı bu hareketi Hasan Karakaya’ya yakıştıramadım. Bir kişinin fikirlerinden etkilenmek kadar doğal bir şey olamaz. Ancak gidip de o kişinin yazısını komple alıp, yazarın ismini vermeden, ufak rötüşlarla sanki kendine aitmiş gibi sunmanın da tasvip edilecek bir yanı yok. Şark kurnazlığı yapayım derken sonunda böyle yakayı ele vermek var.
Atilla Yayla
İktisadiyat.com adlı internet sitesinde Can Madenci, Atilla Yayla’nın Zaman Gazetesi’nin Yorum sayfasında 16 Aralık 2011 günü yayınlanan “Hakikatin Krallığı, İnsanın Köleliği” başlıklı yazısında Yayla’nın Cato Journal isimli akademik dergide yayınlanan bir çalışmayı cümle cümle tercüme ederek kaynak göstermeden yazısında kendine aitmiş gibi kullandığını gözler önüne sermişti:
Madenci’nin “Atilla Yayla ve Kes Yapıştır” başlıklı yazısı şu şekildeydi:
Zaman gazetesi yazarı Atilla Yayla geçtiğimiz ay gazetedeki köşesinde Hakikatin Krallığı, İnsanın Köleliğibaşlıklı bir yazı yayınlamış ve yazısının ilk paragrafında Rus düşünür Nikolai Berdyaev’den bahsetmiş. Yayla’nın yazdığına göre Berdyaev 1990 yılında bir kitap çıkarmış ve kitabında Rus halkı ve Rus aydınlarının “hakikat üzerine inşa edilmiş bir krallık” arayışına yatkın olduğunu yazmış. Yayla daha sonra Tolstoy’un bir hikâyesinden bahsederek bunları bir şekilde Marksizm ile ilişkilendirmiş. Yayla’nın yazısını okuyunca biraz şaşırdım. Zira Berdyaev’in ismini daha evvel duymamıştım ve Yayla gibi sosyalizmden, Marksizmden ve Sovyet Rusya’dan hiç hazzetmeyen birinin Berdyaev ve Tolstoy gibi Rus yazarlardan bahsetmesi, hatta Berdyaev’den haberdar olması garibime gitmişti. Yayla’nın Rus yazarlar hakkında bu kadar bilgi sahibi olduğunu bilmiyordum. Üstelik Yayla yazısında daha da ileri giderek Shakespeare, Thomas More ve Campanella’nın isimlerini de anıyor, bu yazarların bazı fikirlerinden bahsediyordu. Yayla’nın bu yazarları aralarında bağlantı kuracak derecede okuduğunu bilmiyordum. Ancak asıl şaşkınlığı Berdyaev’in kim olduğunu öğrenmek için İngilizce Wikipedia’ya baktığımda yaşadım. Çünkü Berdyaev 1948 yılında ölmüştü! Oysa Atilla Yayla Berdyaev’in 1990’da kitap yazdığını söylüyordu. Ama garip bir şekilde, Yayla yazısında bu kitabın ismini vermiyordu. Böyle olunca işin aslını öğrenmek için internette biraz dolandım. Maalesef karşıma çıkanlar bir hayli canımı sıktı, çünkü Yayla’nın yazdıkları kendisine ait değildi ve başka bir yerden alınmıştı. Geçen sene bu zamanlardaburada yayınladığım bir yazıda, Yayla’nın The Economist dergisindeki bir yazıdan kaynak göstermeden parçalar alarak Zaman gazetesindeki bir yazısında kullandığını yazmıştım. Ama bu defa durum biraz daha ağırdı. Yayla’nın yazısının neredeyse ilk altı paragrafı Cato Journal adlı akademik bir dergide yayınlanan bir yazıdan âdeta cümle cümle tercüme edilerek yazılmıştı. Orijinal yazıdan Tolstoy’la ilgili yerleri alırken Yayla tek bir paragraf dahi atlamamış, sadece bazı ufak tercüme değişiklikleri yapmıştı. Yazısının son paragrafının yarısı da aynı dergide yayınlanan bir başka makaleden “kısmen” tercüme edilerek yazılmıştı. Cato Journal merkezi Washington’da bulunan ve liberal bir düşünce kuruluşu olan Cato Enstitüsü’nün üç ayda bir yayınladığı ve hakemli dergi denilen türden bir dergi. Yayla yazısında bu derginin 1991 yılında yayınlanan bir sayısını (volume 11, number 2, fall 1991) kullanmış. Bu sayının içeriği şurada bulunabilir. Yayla’nın yazısının ilk altı paragrafı Otto Latsis’in“Obstacles in the Pursuit of Happiness” (ss. 259-268) adlı yazısından alınmış. Daha az kullandığı diğer yazı da Charles Murray’nin “The Pursuit of Happiness Under Socialism and Capitalism” (ss. 239-258) başlıklı makalesi. Bu iki yazı tek dosya hâlinde şuradan indirilebilir. Ne yazık ki Atilla Yayla Zaman gazetesindeki yazısında bu iki yazıya hiçbir şekilde atıfta bulunmuyor ve bu nedenle yazılanların kendisine ait olduğu izlenimini yaratıyor. Aşağıda Yayla’nın Türkçeye çevirerek kendi yazısında kullandığı yerleri (tespit edebildiğim kadarıyla) gösterdim. İngilizce alıntıların sonunda bunların alındığı yerlerin sayfa numaralarını köşeli parantezler içinde verdim. 1 ve 2 numaraları alıntılar Latsis’in yazısından, 3 ve 4 numaralı alıntılar da Murray’nin makalesinden yapılmış. Verdiğim linklere girerek yazılara bakabilir, alıntıları cümle cümle karşılaştırabilir ve kendi kararınızı verebilirsiniz. (1) Yukarıda Yayla’nın Berdyaev’in 1990 yılında kitap yazdığını söylediğinden bahsetmiştim. Yayla’nın böyle düşünmesinin nedeni, Otto Latsis’in yazısında Berdyaev’in Rusça aslı 1937’de yayınlanan ve tercüme ismi The Source and Meaning of Russian Communism olan kitabının 1990 baskısını kullanmış olması. (Berdyaev’in kitabının bir diğer tercümesi de The Origin of Russian Communism adıyla 1955’te yayınlanmış.) Tabii Yayla Berdyaev’in kim olduğunu kontrol etmediği için onun hâlâ hayatta olan bir Rus yazar olduğunu ve 1990 yılında kitap yazdığını zannetmiş. Rus düşünür Nikolai Berdyaev, 1990’da yazdığı bir kitapta “Rus halkı ve Rus aydınları hakikat üzerine inşa edilmiş bir krallık arayışına yatkındır.” dedi. Milyonlarca Rus, on yıllar boyunca, sosyalizmin böyle bir krallık olduğuna inandı. ——– As the Russian philosopher Nikolai Berdyaev (1990, p. 9) pointed out, the Russian people and the Russian intelligentsia are prone to the quest for a kingdom built upon truth. Entire generations, for the most part, believed that socialism was such a kingdom. [s. 259] (2) Yayla’nın en uzun alıntı yaptığı yer de aşağıdaki şekilde. Yayla alıntı yaparken bazı ufak değişiklikler yapmış, ama aldığı yerin içeriğini korumuş. Kendisinin kullanmadığı İngilizce cümleyi parantez içinde gösterdim: 19. yüzyıl edebiyatçısı Leo Tolstoy, “Bir Tavuk Yumurtası Kadar Büyük Bir Tohum (Grain)” adlı eserinde insanların tabiatla uyumlu, ahlaken ve fiziksel olarak sağlıklı, uzun ve mutlu bir şekilde yaşamasını garanti edeceğine inandığı âdil bir ortamı hikâye eder. Bu âdil ortamın oluşması için paranın, ticaretin ve mülkiyetin olmaması gerektiğini söyler. Hikâyede yaşlı bir köylü Çar’a şöyle seslenir: “Benim zamanımda hiç kimse ekmek satma ve alma gibi bir günahı düşünemezdi bile. Paraya gelince, hiç kimse böyle bir şeyi bilmezdi: Herkesin kendi yeterli ekmeği vardı… Benim tarlam Tanrı’nın toprağıydı. Nereyi sabanla sürersen, tarla orasıydı. Toprak o zaman özgürdü (serbestti). Hiç kimse bir toprak parçasının kendisinin olduğunu söyleyemezdi; yalnızca senin emeğin senindi.” Tolstoy bu “adil” ortamdan ve yüksek ahlâkî pozisyondan düşüşü de aşağıdaki gibi ifade eder: “Bunların hepsi insanların artık emekleriyle yaşamaması yüzünden oldu; insanlar gözlerini başka insanların sahip oldukları şeylere diktiler. Bu eski zamanlardaki yaşayış biçimleri değildi; eski zamanlarda insanlar Tanrı’ya saygı duyarak (godly) yaşardılar. Kendilerinin olan şeylere sahiptiler ve başkalarının olan şeylere imrenmediler.” Tolstoy tarihten haberdardı; tasvir ettiği bu “güzel” geçmişin asla yaşanmamış olduğunu biliyordu. Tolstoy’u bunları yazmaya tahrik ve teşvik eden, tomurcuklar hâlindeki kapitalist gelişmenin Rus köylüsünün hayatına tesirleriydi ve yazar geçmişe atıfla bir gelecek düşlemekteydi. Günün popüler kültüründe eşit adalet, eşit iş bölümü, eşyaların eşit paylaşımı, paranın ve mülkiyetin olmaması gibi özlemler-talepler-vaatler Marksizm’e atfedilir; ama Marksistler bu fikirlerin mucidi değildir. Keza, bu fikirler, kapitalizme reaksiyon olarak da doğmamıştır. Meselâ, “paranın kötülüğü” fikri Shakespeare’de de vardır. “Adil” ve rasyonel bir dünya tasavvuru Thomas More ve Campanella’nın eserlerinde de görülür. ——– One key story by Tolstoy is a tale called “A Grain as Big as a Chicken Egg.” It expresses the dream of a just life that ensures human harmony with nature, moral and physical health, and longevity. What are the secrets of this happiness? Absence of money, trade, and property. The old peasant says to the Tsar: “In my time, no one could even think of such a sin as selling or buying bread. As for money, no one even knew of such a thing: everyone had enough bread of his own… . My field was God’s land. Wherever you ploughed, that’s where the field was. The land was free then. No one could call a piece of land his own; only your labor was yours.” This is how Tolstoy’s hero explains the fall of the high morality of old: “All of this happened because people no longer lived by their labor; they began to set their eyes on what other people had. That’s not how they lived in the old times; in the old times people lived in a godly way: they had what was theirs, and did not covet what was someone else’s.” (The other tales and stories preach reasonable self-restraint, limited consumption, and modest wants.) Tolstoy had studied history in depth; he knew very well that the beautiful past he was describing had never existed. The tales convey the dream of a just life that is typical of the patriarchal peasantry, which was bewildered and frightened at the turn of the century by the onslaught of capitalist ways on the communal traditions of the Russian village. The dream of a world of equal justice, equal division of labor and goods—a world where no one has too much or too little—is surely a universal human dream. These ideas were certainly not originated by Marxists. The idea that “money is the root of all evil” can be found not only in Tolstoy but also in Shakespeare. And projects for a just, rational world order were developed centuries ago by Sir Thomas More and Campanella. [ss. 260-261] (3) Aşağıdaki kısım Yayla’nın sonuç paragrafının bir bölümünü oluşturuyor ve nispeten serbestçe tercüme edilmiş: Sınırlı devlet sistemini benimsemenin gerekçesi, ona eşlik eden özel mülkiyet ve piyasa ekonomisinin ekonomik üretimi artırması değildir. Farklı hakikatlere ve farklı mutluluk anlayışına sahip vatandaşları barışçıl ve ahenkli şekilde bir arada tutabilmesi ve onlara kendi yollarında ilerleme imkânı-fırsatı vermesidir. ——– The ultimate reason to adopt a system of limited government that protects a free market and privateproperty is not to increase economic production. The ultimate reason is that such a system better enables its citizens to live together harmoniously and to fulfill their potential as human beings – in short, to pursue happiness. [s. 240] (4) Aşağıdaki diğer kısım da Yayla’nın sonuç paragrafının son kısmını oluşturuyor. Bu bölüm orijinal yazıdan diğerlerine kıyasla daha esnek bir şekilde alınarak kullanılmış, ancak “sınırlı devlet” vurgusuna dikkat edin. Yayla İngilizce makaledeki Jefferson alıntısını doğrudan kullanmış, ama Jefferson’ın dediklerini hangi kitaptan aldığını yazmamış. Oysa makalede parantez içinde kaynak gösteriliyor. Sınırlı devlet, Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi’nin yazarı ve 3. ABD Başkanı Thomas Jefferson’ın 1801’deki göreve başlama nutkunda tanımladığı üzere, “İnsanları birbirine zarar vermekten alıkoyan, böyle yapmadıkları sürece onları kendi gayretlerini ve iyiliklerini düzenlemede (regüle etmede) serbest bırakacak olan akıllı ve sade devlet”tir. ——– Specifically, I am presenting a case for “limited government,” the kind of state that is sometimes called “Jeffersonian,” after Thomas Jefferson, author of the Declaration of Independence and third president of the United States. This is how he described what he called “the sum of good government” in his inaugural speech as he assumed the office of president in 1801: “A wise and frugal government, which shall restrain men from injuring one another, which shall leave them otherwise free to regulate their own pursuits of industry and improvement” (Peterson 1975, p. 293). [s. 249] * * * Böyle baktığınız vakit, Atilla Yayla’nın Zaman gazetesindeki yazısının yarısının Cato Journal dergisinden alındığını görüyorsunuz. Ne yazık ki, Yayla yazısının hiçbir yerinde bu dergiden alıp kullandığı yerler için kaynak göstermiyor. Yayla’nın yazısında ne derginin, ne makalelerin, ne de bu makalelerin yazarlarının ismi geçiyor. Bu nedenle yazımın başlığında “kes-yapıştır” ifadesini kullandım. Bu size belki sert bir ifade gibi gelebilir, hatta yukarıda yazdıklarıma da katılmayabilirsiniz, ama ben gördüklerimi (istemeye istemeye) başka türlü değerlendiremiyorum. Yayla’nın yazısını okuyan ve bu konuları yeteri kadar bilmeyen bir üniversite öğrencisi düşünün. Bu öğrenci yazıyı okuduğunda Yayla’nın Berdyaev, Tolstoy, Shakespeare, Thomas More ve Campanella’yı gerçekten okuduğunu ve bu yazıyı onların fikirlerini karşılaştırarak yazdığını düşünecektir. Böyle yapmakla da maalesef yanlış bir izlenime kapılacaktır. Oysa Yayla zaman zaman kendisinin bir fikir adamı ve akademisyen olduğunu ifade ediyor. Ama başkalarının yazdıklarını böyle almakla nasıl fikir adamı ve akademisyen olunabilir? Yazının başına koyduğum resim 2007 yılında Atilla Yayla’yı Stockholm’de bulunan The Stockholm Network adlı liberal bir düşünce kuruluşundan yılın adamı ödülünü alırken gösteriyor. Bir resme bakıyorum, bir de Yayla’nın yazısına ve sıkılarak sormadan edemiyorum: Başkasının emeğinin ürünü olan yazılardan hiç kaynak göstermeden parçalar alarak ve üzerine kendi ismini koyarak bunları yayınlamak, zamanında üniversite hocalığı yapmış bir profesöre ve şu anda bir meslek yüksek okulunda hoca olan birine yakışıyor mu?
İlaveten, Atilla Yayla’nın bahse konu yazısında 1990 yılında kitap yazdığını söylediği Berdyaev ise 1948 yılında hayatını kaybetmişti.
Ceren Kenar
Louis Fishman ise, internet günlüğünde 11 Aralık 2014 günü yayınladığı “Gezi and Ferguson: A Reply to Ceren Kenar” başlıklı yazısında Ceren Kenar’ın Türkiye Gazetesi’nde 2 Aralık 2014 günü yayınlanan “Ferguson ve Gezi” başlıklı yazısının büyük bir kısmını Wikipedia’daki ‘2014 Ferguson olayları‘ sayfasından ‘alıntıladığını‘, hatta anlatım sırası ve verilen ayrıntıların içeriği itibarıyla ‘intihal yaptığını’, intihal kararını okuyucuya bıraksa da, ‘Bunu bir öğrencim yazsaydı intihal soruşturması açtırırdım‘ diye yazıp, Kenar’ın bazı yerleri kasıtlı olarak alıntılamadığını belirtmişti.
Fishman’ın yazısından ilgili bölümler şu şekildeydi:
Following the non-indictment of the officer who killed Michael Brown, a new round of protests broke out, which once again was seized by the Turkey's pro-government press. One Turkish writer, Ceren Kenar, who writes for the staunchly pro-government paper, Türkiye, published an article entitled "Ferguson and Gezi..."(December 2, 2014). This caught my attention days later, especially since Kenar, despite her often apologetic stance to the Turkish government, does try to maintain a safe distance from the usual propaganda machine. It is important to state that Kenar's article was published a day before New York state's non-indictment of Eric Garner, who was filmed suffocating in the hands of the NYPD, left to die on the street. However, it seems that this non-indicment would only strengthen her main argument: that Turkey, and Erdogan, are being held to a higher standard than the United States and Obama. She reaches this conclusion after a long detailed description of the Ferguson events from its first days until the non-indicment, which is strikingly similar (in order and detail) to the Wikipedia entry, entitled "2014 Ferguson Events." I will let the the reader decide whether or not Kenar essentially plagiarized most of her article from Wikipedia (if this had been a student paper, I would have pursued a plagiarism case); but if she did plagiarize, she did so selectively, omitting parts that would debunk her main argument. For example, while she highlights voices critical of the United States, such as the French Justice Minister and UN Secretary-General Ban Ki-Moon, she omits the numerous references to President Obama's rather conciliatory stance towards Ferguson. This is misleading since Erdogan was the sole source of the Gezi Park uprising and greatly shaped the reactions and perceptions. .... 5. Should a journalist really be writing about a situation that s/he knows nothing more (or contributes nothing more) than what is available in a Wikipedia article?
Fishman’ın bu iddiaları karşısında ise Ceren Kenar, Türkiye Gazetesi’nde 15 Aralık 2014 günü yayınlanan “Petrol fiyatlarındaki düşüşün Türkiye’ye olası etkileri” başlıklı yazısında, intihal yaptığı iddia edilen yazısında Wikipedia’dan faydalandığını itiraf etmişti:
Louis Fishman, Gezi vs Ferguson başlıklı makalem (http://www.turkiyegazetesi.com.tr/ceren-kenar/583587.aspx) konusunda bir yazı kaleme almış (http://louisfishman.blogspot.com.tr/2014/12/gezi-and-ferguson-reply-to-ceren-kenar.html). Maddi hataları barındıran ve yazımdan anlamı değiştirecek seçicilikte alıntılar yapan bu makalenin içeriğine cevap vermeyi anlamsız buluyorum. Zira Fishman'ın bir öğrencisini azarlar üslupta yazdığı bu makalede kullandığı yaftalayıcı ve aşağılayıcı üslup ile muhatap olarak alınmayı hak etmediğini düşünüyorum. Bununla beraber daha sonrasında twitter üzerinden tacize varan, bir akademisyenden çok, bir ergen aktiviste yakışan tavırlarını da bir cevapla ödüllendirmek niyetinde değilim. Fakat makalesindeki intihal iddiası konusunda bir açıklama yapmam lazım. İntihalin, TDK'ya göre tanımı: "Bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi kullanması." İntihal konusunda bir referans kaynağı olan Harvard Guide to Using Source'a göre, common knowledge, yani "bilinen gerçekler" konusunda bir makalede kaynak göstermemek intihal kapsamına girmez (http://isites.harvard.edu/icb/icb.do?keyword=k70847&pageid=icb.page342055.) Makalemde hiçbir kişinin ifade, buluş veya düşüncesini kaynak göstermeden kullanmadığım açıktır. Bahsi geçen yazının giriş kısmında Ferguson'da yaşanan "bilinen gerçekler" özetlenmiştir. Burada başka kaynaklarla beraber Wikipedia'dan da faydalandığım doğrudur. Fakat makalenin intihal olduğu ima edilen ve sadece olgusal gerçekleri içeren ilk bölümünde geçen, "9 Ağustos günü, Michael Brown, bir arkadaşıyla yolda yürürken, polis tarafından durduruldu... Bu sırada, Michael'ın katili olan polis Darren için destek gösterileri yapan Amerikalılar da oldu. Darren Wilson'a destek için bir web sitesi bağış kampanyası başlattı.
Yiğit Bulut
Yiğit Bulut’un Star Gazetesi’nde yayımlanan 7 Eylül 2015 tarihli “Yeniden aynı soru?” başlıklı köşe yazısı, Türkiye İş Kadınları Derneği Başkanı Nilüfer Bulut’un daha önce www.tikad.org.tr üzerinden yayımlanan yazısının birebir aynısı.
Gerçi Yiğit Bulut aynı yazıyı 5 Eylül 2014 tarihinde kullanmış ilk kez.
Bu durumda 2 ihtimal var. Ya Yiğit Bulut, Nilüfer Bulut’un yazılarını yazıyor ya da Nilüfer Hanım’ın yazılarını birebir kopyalıyor.
Her iki ihtimal de birbirinden kötü.
Ömer Kul
Ömer Kul’un Ogunhaber.com’da Doğu Türkistan’da yaşanan insanlık onuruna ve haklarına aykırı duruma ilişkin yayınladığı “Doğu Türkistan’da Toplama Kamplarına Dair-1“, “Doğu Türkistan’da Toplama Kamplarına Dair-2” ve “Doğu Türkistan’da Toplama Kamplarına Dair-3” başlıklı 21-23 Şubat 2019 tarihlerinde yayınlanan köşe yazıları, M. Volkan Kaşıkçı’nın Karar Gazetesinde 16 Şubat 2019 tarihinde yayınlanan “Çin’in 21. asır distopyası Doğu Türkistan’daki toplama kampları” başlıklı yazısında aktardığı hususları kozmetik ifade değişiklikleriyle kullanmış (Bkz İlgili İncelememiz).
Ahmet Şimşirgil
Türkiye Gazetesi köşe yazarı Ahmet Şimşirgil’in kaleme aldığı “Sultan II. Kılıç Arslan ve Aksaray” adlı kitabında yığınla yanlışın yanı sıra Doç. Dr. Nevzat Topal’a ait “Anadolu Selçukluları Devrinde Aksaray Şehri” başlıklı doktora tezinden intihal yapıldığı, Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Zekai Erdal’ın Mukaddime adlı dergide yayınlanan kitap incelemesinde (Mukaddime, 2017, 8(1), 173-190 doi: 10.19059/mukaddime.327977) ortaya konulmuştu. Yrd. Doç. Dr. Zekai Erdal, Ahmet Şimşirgil’in bahse konu kitabında Nevzat Topal’a ait tezi kaynak olarak göstermemesine rağmen tezdeki bilgilere yoğun şekilde kitabında yer verdiğini ortaya koymuştu.
Bu iddia karşısında Ahmet Şimşirgil ise internet sitesinde yayınladığı “Bir Müddei ve gerçekler!” başlıklı yazısında Nevzat Topal’ın isminin kitabının taslağında yer aldığını, kitapta yer almamasının gözünden kaçan bir eksiklik olduğunu belirterek özrünü paylaşmıştı.
Halime Gürbüz
Halime Gürbüz, Güneş Gazetesi’nde 23 Ekim 2016 tarihinde yayınlanan “Devir Değişti” başlıklı yazısını, kaynak göstermeden, başka bir kaynağa işaret etmeden, sosyal medyada ve sanal dünyada dolaşan “1985’ten Önce Doğanlar” başlıklı metini kopyalayarak (son satırlarda biraz da kendinden bir şeyler katarak) oluşturmuş:
Halime Gürbüz’ün bahse konu yazısı:
Biz çocukken, arabaların emniyet kemeri, kafalıkları ve hava yastıkları yoktu... Arka koltuk ‘çocuk koltuğu olmaksızın” tehlikeli değil bilakis eğlenceliydi... Prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerinin ve deterjanların üzerinde çocuk kilitleri yoktu... Kasksız bisiklete biniliyordu. Steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan, köy çeşmesinden su içiliyordu... Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı 'hava kararmadan önce eve dönmek'ti. Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu!.. Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırık dişimiz vardı. Fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu. Kız ol erkek ol... Hepimizin dizlerinde yaralar vardı. Kabuk kabuk... Video oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız, akıllı cep telefonumuz, bilgisayarımız, sosyal ağ profillerimiz yoktu. Onun yerine kanlı canlı arkadaşlarımız vardı Hem de bolca! Janjanlı ambalajları olmayan gıdalar, bakkaldaki bisküvi kutularına dalmalar, açıkta satılan macunlar yiyor; homojenize edilmemiş süt içiyorduk... Hanımelinin içindeki balla, tırmanılan daldan kopardığımız yıkanmamış erikle, yan arsadaki maçta yediğimiz gollerle, daldığımız bahçe sahibinin attığı dayakla beslendik... Gayet de sağlıklıydık... Varlıkla yoklukla alakası yok. Kanaatkâr çocuklardık biz. Annenin mutfak masasına örtü almasına bile sevinirdik. Oyuncak bebeğin çıkan bacaklarını içten lastikle bağlamalar, naylon poşetten kızaklar... Üç çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk... Aynı bardaktan içebiliyorduk ve kimse bu yüzden ölmüyordu... Bolca tatlı, salçalı ve tereyağlı ekmek yiyorduk ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk; hiç kilo sorunumuz olmazdı. Omega neydi, vitamin takviyesi de kimdi? Hiçbirimiz zihinsel gelişim için gıda desteği almadık. Hepimiz de zehir gibi çocuklardık... Bazılarımız okulda başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Sınav stresi de ne ola ki? Kimse bu ve benzeri sebeplerden psikolog ya da pedagoga gönderilmiyordu. Kimsede dislexia, konsantrasyon sorunu yoktu. Hiperaktif de ne? ‘Kurt var bunda!..’ deniyordu, tedavisiz de geçiyordu… Evet dışarıda, o acımasız korkunç dünyada… Korumamız olmadan! Nasıl mümkün oluyordu bu? Nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık? Ve daha da önemlisi ‘kendi kişiliğimizi’ bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik? Bizler çok güzel ve mutlu yaşadık çünkü bizler süs bitkisi değil 'Çocuk' gibiydik...
Sanal dünyada dolaşan bahse konu metin:
1985 Yılından Önce Doğanlar )
50 – 60 – 70 – 80′ li yıllarda mı büyüdün? nasıl oldu da hayatta kalmayı başardın?
1.- Arabaların emniyet kemeri, kafalıkları, ve kesinlikle hava yastıkları yoktu.
2.- Arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi.
3.- Bebek yatakları ve oyuncaklar renkliydi. Ya da en azından kurşunlu, muhtelif zehirli maddeler ile boyanmıştı.
4.- Prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin ve kimyasal ev temizliyicilerinin üzerinde çocuk kilitleri yoktu…
5.- Kasksız bisiklete biniliyordu.
6.- Steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan yada muhtelif başka kaynaklardan su içiliniyordu…
7.- Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti.
8,- Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu. İnanılmaz …
9.- Okul öğlen bitiyordu… Ve öğlen yemeği için evimize geliyorduk.10.- Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu.Kendimizden başka kimse sorumlu değildi.
11.- Bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk, ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk ve hiç kilo sorunumuz olmazdı – çünkü hep dışarda oynardık , aktif olarak …
12.- Dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk… aynı bardaktan içebiliyorduk, ve kimse bu yüzden ölmüyordu.
13.- Playstation, Nintendo 64, X boxes, Vídeo oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız , Dolby surround, Cep telefonumuz, Bilgisayarımız, Internet de Chat odalarımız YOKTU.
onun yerine ARKADAŞLARIMIZ vardı bolca!!!
14.- Yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmıyarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk!!!
15.- Evet dışarda, o acımasız korkunç dünyada! Korumamız olmadan! nasıl mümkün oluyordu bu?
Tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu.
16.- Bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse Psikoloğa ya da Pedagoğa gönderilmiyordu. Kimsede Dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu.
17.- Özgürlüğümüz , üzüntülerimiz , başarılarımız , görevlerimiz vardı
…ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk.
Soru: nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık???
Ve daha da önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik???
Sen de bu jenerasyondan mısın? Şimdiki çocuklar büyük bir olasılık ile bizim yaşama şeklimizi sıkıcı bulacaklar – fakat- bizler
çok güzel ve mutlu yaşadık!!!!!
Mehmed Özgür Ersan
Mehmet Özgür Ersan, Milliyet Blog’da yayınlanan “Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergahına Bağlı İstanbul Dergâhları” başlıklı 18 Nisan 2018 tarihli yazısında Akdeniz Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Gülay Yılmaz’ın Osmanlı Araştırmaları (Journal of Ottoman Studies) adlı yayında (2015: 97-136) yayınlanan “Bektaşilik ve İstanbul’daki Bektaşi Tekkeleri” başlıklı makalesini kaynak göstermeden, Bektaşi tekkeleriyle ilgili bölümü kendisi yazmış gibi kullanmış (Milliyet Blog’daki bahse konu yazının yayından kaldırıldığını ve diğer çevrimiçi kaynaklardan da silindiğine şahit olsak da metnin aslına hâlâ Google önbellekte yer alıyor olmasından ötürü erişebiliyoruz).
Orhan Osmanoğlu
Orhan Osmanoğlu’nun Ogunhaber.com‘daki “Saraydan seyyar satıcılığa ‘Şehzâde Âbid Efendi‘” başlıklı 26 Aralık 2018 tarihli yazısı başlığı da dahil olmak üzere -son bölümü haricinde- tamamen Ekrem Buğra Ekinci’nin Türkiye Gazetesi‘nde ve kişisel internet sitesinde yayınlanan yazısından ibarettir.
Nizam Savaş
Haber Antalya yazarlarından Nizam Savaş, “Yeni Yıl ve Noel Baba” başlıklı yazısında Güngör Uras’ın 23 Aralık 2012 tarihli “Niko Efendi, nasıl Noel Baba oldu?” başlıklı yazısını kaynak belirtmeden birebir kullanmış (Bahse konu yazı ilgili siteden silinmiş olsa da arşivde izi görülmektedir).
Dursun Seyis
Konya Hakimiyet Gazetesi yazarı Dursun Seyis, “Nereden, Nereye” başlıklı 6 Mayıs 2019 tarihli yazısında Arslan Bulut’un Yeniçağ Gazetesinde 3 Mayıs 2019 tarihinde yayınlanan “TC Tablelaları ve Türkçülerin Görevi” başlıklı köşe yazısının büyük bölümünü herhangi bir kaynak atfı yapmadan kullanmış.
Erhan Yırcalı
Balıkesir Demokrat Gazetesi yazarı Erhan Yırcalı, 27 Eylül 2019 tarihinde yayınlanan “Efsane mi? Gerçek mi?” başlıklı yazısında Malumatfurus.org’daki “Şehir Efsaneleri” başlıklı sayfadaki metni virgülünü değiştirmeksizin ve herhangi bir atıf yapmaksızın aşırmış.
İshak Beyazay
İshak Beyazay, Meridyen Haber’deki “Sen Kimsin” başlıklı 18 Şubat 2020 tarihli yazısında Süleyman Karagülle’nin akevler.org’daki “(Adil Ekonomik Düzen) Adil Düzen’de Ekonomi” başlıklı yazısından paragrafları -kaynağa herhangi bir atıf yapmadan kelimesi kelimesine kullanarak- aşırmış.
Ahmet Ayverdi ve Seyfettin Güneş
İleri Gazetesindeki “Bir aşk için” başlıklı 25 Eylül 2010 tarihli yazısında Ahmet Ayverdi ve ve “Hayatı ıskalama lüksün yok senin” başlıklı ve 4 Eylül 2010 tarihli yazısında Seyfettin Güneş Mehmet Coşkundeniz’e ait metni sahibine herhangi bir atıf yapmaksızın olduğu gibi yayınlamış.
Reha Muhtar
Reha Muhtar, Vatan Gazetesi’nde yayımlanan 26 Ağustos 2015 tarihli “Affetmesini bilen bir kadının hikayesi…” başlıklı köşe yazısında intihalin dibine vurmuş.
1986 yılında yayımlanan “Nobody’s Child” adlı TV filminin konusunu oluşturan Marie Balter’in hayat hikayesini köşesine taşımış Reha Bey. Ancak, başka kaynaklardan edindiği ifadeleri, alıntı yapmadan, kaynak göstermeden birebir kopyalayıp yapıştırmış.
İşte size “Türkiye’de köşe yazarlığı nasıl yapılır”ın güzel bir örneği.
***
Onedio’da yayımlanan metin:
- Kendisine bile bakmaktan aciz, alkolik, yokluk içinde bir annenin evlilik dışı dünyaya gelen çocuğuydu Patricia.
- O kadar yokluk içindeydiler ki annesi 3 çocuğuna bakabilmek için çoğu zaman kapı kapı dolaşıp yemek dileniyordu.
- Beş yaşına geldiğinde annesi diğer iki kardeşini yanında tutarken hiç açıklamadığı bir sebepten ötürü Patricia’yı çocuk bakım yurduna verdi.
- Daha sonra Patricia İtalyan göçmeni bir çift tarafından evlat edinildi ve adı Marie olarak değiştirildi.
- Sadist çift, küçük kızı evin mahzenine kapayıp, ona sistematik bir biçimde işkence etti.
Çiftin toplum içindeki saygın konumu, küçük kızın yaşadıklarını çevreden kolaylıkla gizledi. Babanın balıkçılık işletmesi vardı. Kızlarına çok güzel kıyafetler, oyuncaklar alıyorlardı. Ama akşam olup da eve kapandıklarında disiplin adı verilen eziyet seansları başlıyordu. En ufak bir hatada küçük kıza sistematik işkenceler uygulanıyordu.
- Marie on yedi yaşına geldiğinde depresyondan felç geçirdi.
Kas spazmları ve boğularak ölmesine sebep olabilecek denli yoğun astım krizleri geçiriyordu. Halüsinasyon da gördüğü için doktorlar ona yanlışlıkla şizofreni teşhisi koydular.
- Bundan sonraki, dile kolay, on yedi yılı akıl hastanesinde geçti.
Umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranan Marie, yemek yiyemiyor, fazla kımıldayamıyor ve intihar etmeyi sıkça düşünüyordu.
- Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar Marie’nin durumunu yeniden değerlendirdiler.
Onun şizofren olmadığına, ağır depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verdiler.
- Arkadaşlarının ve kendisini seven birkaç sağlık görevlisinin yardımıyla Marie hastaneden çıktı.
Artık yaşamını nasıl sürdüreceğine kendisinin karar vermesi gerekiyordu. Terk edilmiş, işkence görmüş, tacize uğramış, hayatının otuz dört yıllı ziyan olmuştu. Kızgın, öfkeli, umutsuz olmak onun en doğal hakkıydı. Yaşamının sorumluluğunu üstlenmeden, devlet yardımıyla hayatının sonuna kadar yaşayabilirdi, ama o, bu yolu seçmedi.
- Marie üniversiteye girdi ve mezun oldu.
- Evlendi. Harvard Üniversitesi’nde mastır yaptı.
Daha sonra; “Harvard bana dünyaya geniş bir pencereden bakma şansı ve yeniden deneme cesareti verdi.” ditecekti.
- Psikiyatrik hastalarla çalıştı, konferanslar verdi ve biyografisini yazdı.
Elli sekiz yaşındayken, 17 yılını geçirdiği hastaneye yönetici olarak atandı.
- Haber ajansları onun yeni görevini haber yaparken, o zaferinin açıklamasını şöyle yaptı;
“Eğer affetmeyi öğrenmeseydim, bir adım bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan edilmiş bir yaşam olurdu ve bugün bu hastaneye yönetici olarak dönemezdim.”
- Daha sonra 1986 yılında Marie’nin hayatı “Nobody’s Child” isimli bir TV filmine konu oldu.
Candaş Tolga Işık ve Sibel Arna
Köşe yazarlarımızın, akademisyenlerimizin, aydınlarımızın, vatandaşlarımızın, herhangi bir metni kaleme alan herhangi bir şahsın başkalarının emeğini sömürmeden, kaynak verme, atıf yapma alışkanlıklarını geliştirebilmeleri en büyük temennilerimizden.
Ancak, Selman Emre’nin dediği gibi: “Şark kurnazlığı yapayım derken sonunda böyle yakayı ele vermek var”
1 Yorum
Pingback: Köşe Yazarı Zabıtası Malumatfurus.org'dan Aşırma Yapan Köşe Yazarı - Malumatfuruş