* Kapak görselinin Boraltan Köprüsü faciası ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Fotoğrafta 1917 yılında Avusturya askerleri Sırbistan’da Avusturya sınırına yakın bir noktada Yugoslavyalıları (Jugo-Slavs) infaz ederken görüntülenmiştir

 

Boraltan Köprüsü Faciası Olarak Nitelenen Sovyet Ordusu’ndan Firar Ederek Türkiye’ye Sığınan 195 Türk Kökenli Müslüman Sovyet Askerinin 1945 Yılında Sovyetler Birliğine İadesinin Ardından Sınırın Öte Yanında İnfaz Edilmesi Hadisesinin Bir Rivayet Olduğu, Hakkında Herhangi Bir Resmî Belgenin Bulunmadığı İddiası Doğru Değil

Yanlış İddia

 

Sovyet Ordusu’ndan firar ederek Türkiye’ye sığınan Türk kökenli 195 Sovyet askerinin zorla 1945 yılında mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde Sovyetler Birliği’ne Kars sınırında iadesi sonrası kurşuna dizilerek katledilmesi hadisesi “Boraltan Köprüsü faciası” olarak nitelenmektedir.

Her ne kadar tarihî belge ve şahitliklerle gerçekliği teyit edilebilse de, söz konusu iade hadisesinin aslında bir rivayet olduğunu öne sürenlerin varlığı görülebiliyor.

Yavuz Selim Demirağ’ın Yeniçağ’daki 11 Temmuz 2021 tarihli “Boraltan Köprüsü rivayetleri…” başlıklı yazısı bu duruma güzel bir örnek:

 

“Boraltan Köprüsü” adlı romanın yazarı, değerli ağabeyim Alper Aksoy bu satırlara kızacak. Ancak Aksoy edebiyatçıdır. Azerbaycan’da 95 yaşında bir kişinin bu olayı anlattığını söyler. Sonuçta anlatım. Tarihî belge var mı? Yok! Oysa Uluslararası ilişkilerde mutlaka resmî yazışmalar vardır. Sovyetler henüz dağılmadan sınırdaki görüşmelere tanık olan biri olarak, tutanakları, imzalı belgeleri gördüm. Sınırın SSCB tarafına 3-5 koyun geçmiş, bu tarafına 2 tane inek geçmiş. Bunlar sınır karakollarında karşılıklı tutanak ile imzalanır. Bulunduğunda tutanakla iade edilir. Belli bir süre bulunamayanlar için de yine imza ile bulunamadı denir. Akli dengesi yerinde olmayanların kayıplarında da aynı belgeler geçerlidir. Mülteci veya sığınmacıların iadesi ise TBMM’de karar altına alınır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’ye sığınan Rus ve Alman askerleri Yozgat’ta kurulan kampta bir yıldan fazla tutulmuş. Daha sonra gitmek isteyenler anlaşmalarla gönderilmiş. Bir bölümü ki çoğunluğu Özbekistan, Kırgızistan, Azerbaycanlılar Türkiye’de kalıp, Türk vatandaşlığına alınmıştır.

 

Her fırsatta “CHP zihniyeti… Tek partili dönem… İnönü devri” tanımlaması ile rivayetleri gerçekmiş gibi anlatan Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde AKP Grubunda şöyle seslendi:

 

“1945’te 146 Azerbaycanlı aydın Stalin zulmünden kaçıyor. Aras Nehri üzerinden Boraltan Köprüsü’nü geçiyorlar ve Türkiye’ye sığınıyorlar. Azeriler öz gardaşlarının yurduna gelip, öz gardaşlarıyla kucaklaşıyor. Stalin bu Azerilerin derhal iade edilmesini istiyor. Dönemin CHP hükümeti, Aras Nehri’nin kenarındaki karakola telgraf çekiyor. İnönü başında o zaman ve mültecilerin iade işleminin gerçekleşmesini istiyor. Boraltan Köprüsü’nü geçen Azeriler, köprünün hemen karşısında Türk askerlerinin, Türk subaylarının gözleri önünde elleri bağlanmış olarak infaz ediliyor. Karakol Komutanının bu elim manzara sonrasında intihar ederek canına kıydığı söyleniyor.”

 

Erdoğan’ın son kelimesine dikkat çekmek istiyorum. “Söyleniyor…” Zira Genelkurmay arşivlerinde de TBMM arşivlerinde de böylesi bir olayın belgesi, yazışması yok. Alper Aksoy romanı yazdı. Adı üzerinde roman… Ne Azerbaycan ne de SSCB arşivlerinde ne de intihar ettiği uydurulan karakol komutanı ile ilgili tek satır belge var. Rivayet yani. Erdoğan “CHP dönemi, İnönü zamanı” iddiasına CHP’den cevap gelmediği için bazı dostlar eleştiri getiriyor. Büyüklerimiz boşuna “Zırva tevil götürmez” dememiş. Bir başka deyim ile “Boş ve gereksiz konuları göründüğünden farklı anlamlarla gündeme getirmek doğru bir hareket değildir…” İlgililere duyurulur.

 

Yavuz Selim Demirağ, yanlış bir şekilde Boraltan adıyla bilinen Tahmıskapı’da meydana gelen hadiseyi yok saymış ve konu ile ilgili hiçbir resmî belgenin bulunmadığını öne sürmüş. Ancak, Demirağ’ın yazısı büyük bir yanlış içeriyor.

Bakanlar Kurulu Kararı, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tutanakları, resmî yazışmalar ve tanıklıklar, “Boraltan Köprüsü hadisesi”nin rivayet değil, bir gerçek olduğunu ortaya koymaktadır.

TBMM tutanakları ile başlayalım…

18 Temmuz 1951 tarihli TBMM oturumunda Tekirdağ Milletvekili Şevket Mocan’ın konu hakkındaki soru önergesine Adalet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu’nun verdiği yanıtta yaşanan hadiseye değinmişti.

Bahse konu oturumdan ilgili bölüm Meclis tutanaklarına şu şekilde yansımıştı (TBMM Tutanak Dergisi 101. Birleşim 18 Temmuz 1951 Çarşamba Dönem IX, Cilt 9, Toplantı 1):

 

“Tekirdağ Milletvekili Şevket Mocan’ın muhtelif tarihlerde memleketimize iltica edenler hakkında yapılan muamelelere ve memleketimizde komünistliğin üreme ve yaşamasına âmil olanlara dair Başbakanlıktan sorusuna Adalet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu’nun sözlü cevabı

 

T. B. M. M. Başkanlığı Yüksek Katma Aşağıdaki suallerimin sözlü olarak Başbakan tarafından cevaplandırılmasını rica ederim: 1. Muhtelif tarihlerde memleketimizde siyasi mültecilik haklarına dayanarak iltica etmiş (156) mülteci 1947 senesinde, milletlerarası hukuk kaidelerine tamamen aykırı olarak Sovyet Rusya’ya teslim edildikleri doğru mudur?

 

 

ADALET BAKANI RÜKNEDDÎN NASUHÎOĞLU (Edirne) —

 

Muhterem arkadaşlar, sorulan hususlar hakkında Dışişleri, İçişleri ve Millî Savunma bakanlıklarından alınan bilgilere göre :

 

İkinci Cihan Harbinin başından itibaren memleketimize muhtelif devletler tabiiyetini haiz askerî şahıslar iltica etmiş ve bunlar bitaraf bir Devlet olmamız itibariyle harbin sonuna intizaren Yozgad’da kurulan kampta enterne edilmişlerdir.

 

23 Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya karşı harb ilân etmemiz üzerine, müttefiklerimiz arasında yer almış bulunan Sovyet Rusya kendi tebaasından olan askerî mültecilerin iadesini istemiştir. Bunun üzerine Dışişleri Bakanlığınca Başbakanlığa yazılan 22 . V . 1945 tarihli tezkerede, Almanya ve Japonya ile harb hâline geçmemizden sonra memleketimize iltica etmiş olan müttefiklerimiz tebaasından asker olanların mütekabiliyet şartiyle iadelerinin uygun olacağı teklif edilmiştir. Keyfiyet Bakanlar Kurulunca incelenerek neticede ittihaz olunan Mayıs 1945 gün ve 3/2563 sayılı kararla; «Almanya veya Japonya veya her ikisi ile harb halinde olan devletler uyruğundan memleketimizde bulunan mültecilerin yalnız askerlik hizmetine mensup olanlarının mütekabiliyet esası çerçevesinde iade edilmeleri» tasvip edilmiştir. Bu karar mucibince ve Ankara’daki Sovyet Sefaleti ile mütekabiliyet esasını tesbit eden bir nota teatisi suretiyle (237) Sovyet askerî mültecisinden (195) i ilk parti olarak 6 . VIII. 1945 tarihinde Tıhmıs kapısından Sovyetlere iade edilmiştir. Fakat Sovyetlerin, Rusya’ya iltica etmiş olan bir subayımızla iki erimizi, izlerinin bulunamadığını beyanla geri vermedikleri ve bu suretle mütekabiliyet esasını ihlâl ettikleri cihetle, mütebakisinin ve ilk partisinin sevkı esnasında yolda kaçan birkaç kişinin iadesinden vaz geçilmiştir. Bundan sonra Başbakanlığın tensibiyle Dışişleri, İçişleri ve Millî Savunma bakanlıklarının temsilcilerinden kurulan komisyonca: tanzim olunan rapor Bakanlar Kurulunun 1.; IX . 1947 tarihli toplantısında incelenerek, komisyon raporuna göre işlem yapılması uygun görülmüş ve böylece Yozgad kampının dağıtılarak yurdumuzda kalmayı arzu edenlerden Türk ırkından olanların ‘vatandaşlığımıza alınması esası kabul edilmiştir.

 

Enver Anar (Enver Kaziyef) ile Kadri Başaran (Adem Kardeşbeyli) adındaki Kızılordu eski subaylarından iki kişinin de Sovyet Rusya’ya iade edilen yukarda yazılı (195) kişilik listeye dâhil bulundukları anlaşılmıştır.

 

Teslim işinde vazifeli yedek subay posta müfettişi Reşad’m asabi rahatsızlığa uğradığı ve elyevm sinir hastanesinde tedavi edilmekte olduğu hakkında bilgi mevcut değildir.”

 

adalet bakanı rukneddin nasuhioğlu tıhmıs kapısı

 

Adalet Bakanı Nasuhioğlu’nun verdiği yanıtın ardından tekrar söz alan Mocan, eleştirilerini şöyle sürdürmüştü:

 

“Muhterem arkadaşlarım, huzurunuza getirdiğim vakıalar geçmiş zamanda olmuş bitmişi basit hâdiseler değildir. Tahribatı bugün de devam etmekte olan tarihî mesuliyetlerdir ki, onları 9’uncu Büyük Millet Meclisinin huzuruna getirmemek, tarihe karşı bir suç olurdu; onun için getirdim. (Doğru sesleri) Ancak hâdiseler, Adalet Bakanının izahları gibi cereyan etmemiştir. Beni en çok müteessir eden nokta da budur.

 

Arkadaşlar, Bakanlık mesuliyetini verdiğimiz bir arkadaş, eski devir mesullerinin cürümlerini kapatmak için hazırlanmış dokümanları toplıyarak, sanki kendisi de o devrin Bakanı imiş gibi, o zamanın cürüm avukatlığını yapıyorlar. Çok ehemmiyetli suallerin mücrimlerinin adeta beraetine talip oluyorlar. Netice itibariyle bu tarihî mesuliyetler kayboluyor. Istırabım bundandır.

 

Hayatı tesmiyemizde çok ehemmiyetli suallerimiz oldu. Fakat ne yapalım ki, buna cevap veren arkadaşlar tamamiyle o devrin avukatı gibi konuşarak bunların beraeti cihetine gittiler.

 

Hiçbir zaman, izah ettikleri gibi, enterne edilmiş askerler değildir. Bir lahza bunun üzerinde durmanızı rica ediyorum: Bunlar askerî, enterne edilmiş, insanlar mıdır, yoksa siyasi mülteci midirler? Askerî mülteci diye, bizim bildiğimize göre, ya tayyaresi bozulup düşen yahut bir müsademede bizim hudutların içerisine girmeye mecbur olan askerî idarece enterne edilmiş insanlara denir. Fakat bir âkideden canını kurtarıp da hudutlarımıza iltica eden insanlara ancak siyasi mülteci denir. Bunların içerisinde bizim memleketimizle hiç alâkası olmadığı halde Fransa’daki kamplardan alınıp götürülürken Arnavutköy açıklarında gemilerden canları pahasına denize atlayıp balıkçılarımız tarafından kurtarılarak bize iltica edenlerde vardır. Bunlar siyasi mülteci değil midirler?

 

Muhterem arkadaşım, Enver ve Adem isminde iki azeri münevverden bahsettiler. Bunlar çok yakından tanıdığımız Konya Milletvekili Ziyat Beyin kayın biraderleridir. Çok evvel Rus ordusunda subaylık etmişler, fakat milliyetlerini unutmamışlar, o akideleri kabul etmiyerek Almanya’ya kaçmışlar, orada uzun müddet bulunmuşlardır.

 

Sonra memleketimize gelerek hemşirelerinin yanına, Ziyat Beyin hareminin yanına sığınmışlardır. Fakat yüz kızartacak bir hal olarak bunlar bir gün evden alınarak, Ankara’ya göndereceğiz diye, Komiser Ali Rıza refakatinde hududa götürülmüşler, ayni mabuda kurban sunulmuşlardır. Bu milletin tarihinde bir tek mülteci İsveç Kralı Şarl için harb etmiş şerefli hâdiseler çoktur; fakat siyasi mültecileri bir mabuda kurban sunar gibi sunmaya götüren yüz kızartıcı, gönül parçalayıcı, hicabaver bir hâdise daha yoktur. (Bravo sesleri).

 

İbnisuud mutavaat etmedi, mültecileri vermedi, fakat bizdeki bir devrin adamları bizim tarihimize bu lekeyi yazdılar, mültecileri iade ettiler arkadaşlar (Doğru sesleri).

 

Arkadaşım Konya Milletvekili Ziyat [7], hâdiseyi ikmal ederek bu tarihî lekeyi, o devrin plâğı gibi tekrarlıyan Bakanlığın izahatı çerçevesinden çıkaracak, 9’ncu Büyük Millet Meclisinin tarihine mufassalan geçirmek üzere, benden sonra kendi sualiyle huzurunuza gelecektir”.

 

Tekirdağ Vekili Mocan’ın eleştirilerine yanıt vermek üzere tekrar söz alan Adalet Bakanı Nasuhioğlu şu ifadeleri kullanmıştı:

 

““Muhterem arkadaşlarım, Tekirdağ Milletvekilinin konuşma tarzındaki hususiyeti bilirim. Bendenizin burada vâki olan suale cevap verirken istinad etmiş olduğum dokümanlar şüphesiz ki bizim zamanımızdan evvel cereyan eden bir devrin mevcut dosyalarıdır. Burada eğer yüksek huzurunuzda yapmış olduğumuz tahkikatın neticesi böyle olmuştur, diye bir hüküm verecek vaziyette konuşmuş olsaydım o vakit sabık idarenin bir avukatı gibi konuşmuş olurdum. Fakat mesele sual müessesesinin mânası dâhilinde elimizdeki resmî dokümanların resmî ifadesi içinde kalarak bunu söylemektir. Nitekim mâruzâtımın başında şu şu şu vekâletten almış olduğum malûmata istinaden arz ediyorum, diye elimizdeki dosyaların yerini de göstermiş bulunuyorum. Bu itibarla sual soran zatın bu inceliğe dikkat etmesini bizzat kendilerinden rica ederim. Burada sabık idarenin ne avukatı vardır, ne de onun propagandasını yapan insan vardır.

 

Arkadaşlar, Yüksek Meclise hiçbir hakikat örtülerek gösterilemez. Hiçbir vaka ve bir hakikat örtbas edilerek buraya getirilemez. Niçin örtbas edeceğiz, ne var ki örtbas edeceğiz? Bizim icraatımız olsaydı belki onun avukatlığını yapmak ve örtbas etmek ithamı olabilirdi. (Bravo sesleri) Fakat kendi içinde bulunmadığımız bir devrin avukatlığını yapmaya ne lüzum ve ne de sebep vardır ki, Şevket Mocan mütemadiyen bize ihtar ediyor? Arz ediyorum bununla iyi bir harekette bulunmadı arkadaşlar. Burada yapılan müzakereler umumi efkâr üzerinde açılmış müzakerelerdir. Eğer bu müzakereler neticesinde yeniden bir tahkikata lüzum görülürse böyle bir tahkikat yapılabilir. Fakat hiçbir vakit sual müessesesi kendi hudut ve resmiyetini aşarak başka bir şekilde ifadede bulunamaz. Hakikat budur. Yine tekrar ediyorum, eğer mevzu bir tahkikat mevzuu ise o da ileride belki düşünülebilir.

 

Maruzatım bundan ibarettir”

 

Görülebileceği üzere Adalet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu, posta müfettişi subay ile bilgisinin olmadığını belirtse de hadiseyi yalanlamamıştır. Bakan Nasuioğlu, 195 mültecinin ilk postada iade edildiğini; ancak, nota teatisindeki mütekabiliyet şartlarına uyulmadığı gerekçesiyle geri kalan 48 asker mültecinin iadesinden vazgeçildiğini aktarmıştır.

21 Mayıs 1945 gününden itibaren Rusya’ya iade edilecek olan 241’i Yozgat ve ikisi de İstanbul’da bulunan 243 mültecinin Sovyet hududuna kadar götürülerek ülkelerine iade işlemleri sırasında bazı problemlerle karşılaşıldığı, bu mültecilerin ülkelerine dönmek istemedikleri, kendilerini kampta ziyaret eden Sovyet Elçiliği yetkililerinin bütün telkinlerine rağmen bu isteklerinden vazgeçmedikleri, iade edilmeleri halinde kaçmaya ya da intihara teşebbüs edeceklerini belirttikleri, bu kişilerin ellerinin arkadan kelepçelenmek suretiyle sevk edilebileceklerini aktarılmıştır (Ulvi Keser (2009). “Arşiv Belgeleri Işığında II. Dünya Savaşı Sürecinde Türkiye’de Mülteciler ve Esirler Sorunu”. ÇTTAD, VIII/18-19. 2009/Bahar-Güz. Sf: 185-208) (Süleyman Tekir (2019). “İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Sivil ve Askeri Mülteciler Meselesi”. Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. Bahar Spring 2019, Sayı Number 23, 227-256).

İçişleri Bakanı Hilmi Uran’ın Başbakan Şükrü Saracoğlu’na arz notu da bu hususta diğer bir vesikadır (BCA.030.10.117.815.20).

Sığınmacı Sovyet uyruklu şahısların iadesine dair Bakanlar Kurulu Kararının uygulanmasında beklenmedik aksaklıkların yaşandığına dair keyfiyeti Başbakanlığa arz eden 30 Temmuz 1945 tarihli ve 40125 sayılı Bahse konu yazışma metni şu şekilde:

 

T.C. Dahiliye Vekaleti Emniyet Umum Müdürlüğü

 

30 Temmuz 1945

 

Özü: Sovyet Rusya’ya iade edilecek mülteciler hk.

 

Başbakanlık Yüksek Makamına

 

Bakanlar Kurulu’nun 2I/5/945 gün ve 3/2563 sayılı kararı gereğince Sovyetlere iade edilecek olup 24I’i Yozgat’ta ve ikisi İstanbul’da bulunan 243 Rus mültecisinin Sovyet hududuna kadar sevki için yapılan ilk hazırlıklar sırasında bu iade keyfiyetini güçleştiren ve tereddütlere yol açan bazı hususlar tezahür etmiş ve bunların bertaraf edilmesi için Yüksek emirlerini almak lüzumu hasıl olmuştur.

 

Bu mültecilerin Rusya’ya dönmek istemedikleri; öteden beri Yozgat kampını ziyaret eden ve oradan gözaltı edilmiş Rus askerlerini yurtlarına geri çevirmek için telkinlerde bulunan Sovyet Elçiliği memurlarının bunlardan daima menfî cevap almasından ve kendilerinin sarih ifadelerinden anlaşılmakta idi.

 

Yozgat Valiliğince ve kamp Komutanlığınca da teyid edilen ve Milli Savunma Bakanlığınca da bilinen bu gitmemek arzusu iade keyfiyetinin tatbikatında büyük güçlükler doğuracak mahiyettedir. Filhakika Yozgat Valiliği son yazılarında bu mültecilerin gitmek istemediklerini, giderlerse öldürülecekleri kanaatini taşıdıklarını ve bu akıbetten kurtulmak için her çareye başvurarak kaçacaklarını, buna muvaffak olamazlarsa intihar edeceklerini yazmakta ve kamp Komutanlığının teklifine dayanarak, bunların ellerini arkalarında kelepçelemek suretile sevklerini ileri sürmektedir.

 

Kapalı vagonlar içersinde Polis ve erlerden mürekkep 50 kişilik bir muhafaza birliğinin nezareti altında yola çıkarılması kararlaştırılan bu mülteciler kaçmağa yeltendikleri veya kaçtıkları takdirde muhafızların kanunen silah kullanma yetkisinde olmamalarına rağmen bu teklifin kabul edilerek mültecilere kelepçe vurulması Bakanlığımca uygun görülmemektedir.

 

Yozgat-Yerköy arasındaki kara yolunda otomobillerle ve Yerköy Rus hududu arasındaki demir yolunda vagonlarla sevkleri sırasında varid olan kaçma mahzuru; bunların Zonguldak veya Samsun’dan kendilerini alacak bir Rus vapuruna bindirilerek gönderilmeleri şeklinde de varid olacaktır. Katedilecek kara ve demir yolu mevcut bulundukça bu endişe devam edecektir.

 

Keyfiyeti yüksek bilgilerine iletir, iade şekli ve muhafaza tedbirleri hakkında lâhık olacak emirlerin bildirilmesine müsaade buyrulmasını derin saygılarımla arzederim.

 

İçişleri Bakanı

Hilmi Uran

 

sovyet rusyaya iade edilecek mülteciler yazışma

 

sovyet rusyaya iade edilecek mülteciler

 

Bakanlar Kurulu’nun 21 Mayıs 1945 tarih ve 3/2563 sayılı kararındaki aktarıma göre Türkiye’de Sovyet vatandaşı 243 mülteci mevcuttu. Mültecilerden iki kişi İstanbul’da, diğer 241 kişi ise Yozgat’taki kampta barınmaktaydı. Adalet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu ise Tekirdağ Milletvekili Şevket Mocan’ın soru önergesine verdiği yanıtta Türkiye’de bulunan Sovyet vatandaşı mülteci sayısının 237 olduğunu söylemiştir.

İçişleri Bakanlığı vesikasının sol alt tarafına düşülen derkenardan İçişleri Bakanlığı’nın yazısının 31 Temmuz 1945 tarihinde Başbakanlık evrak kaydına girerek 1 Ağustos günü Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na arz edildiği, fakat iade kararında mutabık kalındığı anlaşılmaktadır (İsmail Köse (2016). “Boraltan Faciası: Türk Kökenli Sovyet Vatandaşı Mültecilerin Sovyetler Birliği’ne İadesi (1945)“. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi. Cilt 32. Sayı 93. Sf: 149-186).

Boraltan faciasını inceleyen ve bulgularını bahsi geçen makalesinde aktaran Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. İsmail Köse, iade edilen mültecilerin Sovyet sınırını geçtikten sonra infaz edildikleri hususunda kaynakların ittifak hâlinde olduğunu belirtmektedir:

Mültecilerin iadesini nakleden kaynaklar çelişkilidir ve kaynaklar arasında sayı, teslimat yeri ve tarihi konusunda uyum yoktur. Başbakanlık vesikaları iade edilenlerin sayısını 195 şeklinde göstermektedir. Kaynakların kahir ekseriyeti mültecilerin Sovyet sınırını geçtikten hemen sonra kurşuna dizilmek suretiyle ya da tanklarla başları ezilerek katledildikleri ve iade edilenlerin 146’sının Azeri Türkü olduğu konusunda mutabıktır.

 

İsmail Köse, mültecilerin Sovyet Rusya’ya iadesinin sanıldığı gibi Boraltan Köprüsü üzerinden gerçekleştirilmemiş olabileceğini ise şöyle ileri sürmektedir:

“Savaş bitmek üzereydi ve Sovyetlerle Türkiye arasında kullanılabilir durumdaki tek demiryolu Kars’tan Gümrü’ye (Leninakan) geçmekte olan güzergâhtı. Bakanlar Kurulu Kararı doğrultusunda mülteciler Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki yegâne tren yoluyla gönderilmek üzere, cemselerle (askeri kamyonlarla) Yozgat merkezden 40 km. uzaklıktaki Yerköy tren istasyonuna nakledildiler. Burandan da trenle Kars’a gönderildiler. İlk seferde 195 mülteci, 6 Ağustos 1945 tarihinde Kars’ın Kızılçakçak (1961 yılından sonra Akyaka adını almış ve 1987 yılında ilçe olmuştur) yerleşimine bağlı Tiknis (Kalkankale) Köyü sınır kapısından sınır çizgisinin geçtiği Camızboğan Deresi üzerinde halk tarafından “Doğu Kapı Köprüsü” olarak adlandırılan demir yolu köprüsünden geçirilerek iade edildiler. Kalkankale’den geçmekte olan demiryolu köprüsünün resmi adı, Devlet Demiryolları’nın kayıtlarında, Ankara sıfır noktası kabul edildiği için “1429 Kilometre + 236 Metre’deki Altı Metrelik Köprü” şeklindedir. Sınır kapısında sadece demiryolu geçişi vardır ve yaya geçişine izin verilmemektedir. Mülteciler söz konusu köprü geçilerek Sovyet askerlerine teslim edilmiştir. Tiknis sınır kapısı halk arasında “Doğu Kapı” olarak da bilinmektedir. Günümüzde KarsGümrü karayolu ve demiryolu halen buradan geçmektedir.

 

Mülteciler, en son tren istasyonunun bulunduğu Kızılçakçak’ta durmuş ve buradan sonra Tiknis Köyü’nden geçilerek iade edilmişlerdir. Bazı kaynaklar iadenin Iğdır’ın Boralan sınır kapısındaki Boralan (Boraltan olarak da bilinmektedir) Köprüsü’nden yapıldığını ileri sürmektedirler. Zikredilen kapı Türkiye-İran sınırında yer almaktadır ve 1945 yılında buradan tren yolu geçmiyordu. Dolayısıyla mültecilerin Iğdır sınırındaki Boralan Kapısı’ndan iade edilmeleri fiziksel olarak imkânsızdır. Buna karşın mültecilerin büyük kısmı, Iğdır’da Aras üzerindeki Boraltan Köprüsünden geçerek Türkiye’ye sığınmışlardı. Belirtilen nedenle iade hadisesi daha sonra “Boraltan Faciası” şeklinde isimlendirilmiştir.”

 

İsmail Köse, Anadolu Ajansı’na verdiği bir demeçte Sovyet Rusyasına iade edilen mültecilerin akıbetine şöyle değinmişti:

 

“Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü büyük olasılıkla Sovyetler Birliği’nden, Stalin’den gelen tepkiyi yatıştırabilmek amacıyla Sovyetlerden Türkiye’ye sığınmış olan subaylardan oluşan mültecilerin bir kısmını iade etmeyi kabul etti. Bu sadece İsmet Paşa’nın kararı değildir, Bakanlar Kurulu kararıyla verilmiş bir karardır.”

 

“Bu tür iadelerde mütekabiliyete dikkat edilir. Karşılığında Sovyetler Birliği, Türkiye’ye, Türkiye’den kaçmış olan solcu subayları ya da solcu yazarları, düşünürleri iade edecekti ama Sovyetler Birliği bu sözünü tutmadı.”

 

“247 rakamı zikrediliyor. Daha yüksek rakamları zikreden kaynaklar da var. Reha Oğuz Türkkan 400’lü rakamlardan bahseder. Ben arşivlerde böyle bir sayıya rast gelmedim ama ilk partide 195 kişinin iade edilmesine karar verildi. İçlerinde 2 tane de kadın vardı. Trenle sevk edileceklerdir. Bile bile ölüme gidiyorlar. Bu yüzden kaçma ihtimallerine karşı kapalı vagonlarla, pencereleri telle ya da demir ile kapatılmış vagonlarla Erzurum’a, Erzurum’dan da Kars’a, buradan da Kalkankale’ye yani sınır kapısına sevk edildiler.”

 

“Karşıya geçtiklerinde kaderleri ne oldu? Sovyet arşivlerinde de araştırmaya yapmaya çalıştık fakat o döneme ait belgelerin arşivlerden çıkarıldığını gördük, o belgelere ulaşamadık ancak dönemin görgü şahitlerinin aktardığına göre iki kadın gruptan ayrıldıktan sonra kişiler kurşuna dizilerek öldürüldü hatta dönemin posta müfettişinin bu olayı gördükten sonra psikolojik problemler yaşadığı ve deli olduğu bile söylenir. Bu olayın acı vahametini gördükten sonra. Teslimat tarihi de ilginçtir; 6 Ağustos 1945. Hiroşima’ya ilk atom bombasının atıldığı tarihtir. Aynı tarihte, Türkiye’deki subaylar, aslında savaş hukukuna aykırı bir şekilde, uygun olmayan bir şekilde Sovyetler Birliği’ne iade edilmiş ve 193 kişi kurşuna dizilerek katledilmiştir.”

 

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den kaçanları iade etmediği için Türkiye’ye sığınan askerlerden kalanının iade edilmediğini aktaran Köse, “Burada soru şu; Türkiye Sovyetler Birliği’nden güçlü şekilde tehdit algılıyor muydu? Evet. 1945 yılında dönemin şartlarını düşünmek lazım. Peki Stalin, böyle bir olayla yatıştırılabilinir miydi? Bunun sorgulanması gerekiyor çünkü 1950 yılından itibaren çokça tartışmaya sebebiyet verdi bu olay. Özellikle iktidar değiştikten sonra Mecliste çokça bu konuyla alakalı tartışmalar yaşandı. 1950’dan sonra Demokrat Parti iktidara geldikten sonra çokça tartışıldı. Dönemin gazetelerinde ‘İsmet İnönü’nün 7 günahı’ şeklinde haberler yer aldı. Demokrat Parti milletvekillerinden birisinin akrabaları olan Sovyet asıllı ama Almanya’dan gelen iki öğrenci de kafileye dahil edilerek iade edilmiş. Onların hiç iade edilmemesi gerekiyordu.”

 

Boraltan Köprüsü faciasına dair tanıklıklar da mevcut.

Boraltan Köprüsü faciası esnasında askerlik görevini yapan 98 yaşındaki Bekir Doğan, verdiği bir röportajda 1945 yılında Azerbaycanlıların Sovyet askerlerince katledilişine dair, “Rusların ellerine geçtikten sonra biz uzaktan bakıyoruz, öyle bir muamele ki hayvana yapılmayacak bir muamele. Haksız, insafsız, vicdansız bir muamele… Hepsini sıraya dizdiler makineli tüfekle taradılar. Mısır sapı gibi hepsi yere yığıldı.” ifadelerini kullanmıştı.

Doğan’ın anılan röportajında alıntılanan diğer ifadeleri şu şekildeydi:

“Boraltan denilen yere geldik. Uzun bir tahta köprü. O zaman öyle hatırlıyorum. Bizim haberimiz yok. Üsteğmenimiz çok kıymetli bir subaydı. O da ağlaya ağlaya onlarla konuşuyordu. Üsteğmen konuyla alakalı tekrar tekrar telgraf çekti. Komutanımız bu olaydan sonra silahını çekip intihar etti. Biz neden intihar ettiğini bilemedik. Bizim haberimiz yok, askeriz. Hem de çocuğuz. Aklımız başımızda oturaklı da değil. Göreve gidiyoruz, bir amaç var ama neyin nesi olduğunu bilmiyoruz.”

 

“Onların feryadı, figanı, çığlığı… ‘Sizde insaf, merhamet yok mu? Sizde Allah korkusu yok mu? Müslüman Müslüman’a bunu yapar mı, siz Türk değil misiniz? Türk olduğumuz için size sığındık, gölgenize geldik, bizi nasıl teslim edersiniz?’ dediler. Katı, çok katı, istenmeyen, hiçbir dine ve ahlaka sığmayan, yakışmayan… Bir Türk, bir Türk’ü götürüp ölüme teslim edemez. ‘Bırakın dağılalım, ormanlara gidelim varsın bizi kurt yesin. Türkiye’de ölmek istiyoruz. Onun için türlü meşakkatlere katlandık.’ diyorlardı.”

 

“Biz bunları köprüden teker teker isimleri okunarak teslim ettik. Sürüye sürüye köprüden geçirildiler. Allah kimseye öyle bir manzarayı görmeyi nasip etmesin. Zaten elimizden alıp götürdüler. Karşıya geçince ‘Hoş geldiniz.’ demiyorlar. Ellerinde ne varsa süngü mü tüfek mi, vurduğu zaman ‘Allah’ diye bağırıyorlardı. Keşke gitmeseydim, görmeseydim, bilmeseydim. Alnımız yerde, gözümüzde yaş, onların üzerimizdeki manevi etkiler bizi küçülttükçe küçülttü. ‘Keşke biz de gidip ölseydik.’ dedik. Rusların ellerine geçtikten sonra biz uzaktan bakıyoruz, öyle bir muamele ki hayvana yapılmayacak bir muamele. Haksız, insafsız, vicdansız bir muamele… Hepsini sıraya dizdiler makineli tüfekle taradılar. Mısır sapı gibi hepsi yere yığıldı.”

 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, katıldığı AK Parti Genel Merkezi’nde genişletilmiş grup toplantısında 5 Eylül 2012 tarihinde yaptığı konuşmada bu konuya şöyle değinmişti:

“Bizim geleneklerimizde misafir kutsaldır. Zamanında Osmanlı elçisi dahi sığınmacıların iadesini isteyen hükümdarlara “Onlar bize emanettir. Onları size veremeyiz” demişlerdir. Ancak CHP’nin bugün Suriye’den sığınan mültecilere takındığı çirkin tavır kendi tarihinden de tekrarlamıştır.

 

CHP’nin on yıllar boyunca üstünü örtmeye çalıştığı bu olay maalesef gerek Türk gerek Azeri tarihine acı bir hatıra olarak kazınmıştır. 1945 yılında 146 Azeri aydın Stalin zulmünden kaçıyorlar. Türkiye’ye sığınıyorlar. Azeriler öz kardeşlerinin yurduna gelip kucaklaşıyor. Stalin Türkiye’den bu Azerilerin derhal iadesini istiyor. Sınırdaki karakola telgraf çekiliyor ve mültecilerin iadesi isteniyor. Karakol komutanı emri defalarca teyit ettiriyor. Ancak CHP hükümetinden emir geliyor. Durumu anlayan Azeriler lütfen bizi siz kurşuna dizin kendi bayrağımızın altında bizi öldürün diyorlar. Ancak Ankara’dan gelen emir net. Boraltan köprüsünü geçen aydınlar, elleri bağlanmış olarak infaz ediliyor. Karakol komutanının bu elim manzara sonrasında intihar ederek canına kıydığı söyleniyor.

 

Bu olay bir ağıt oluyor:

 

Boraltan bir köprü, aşar geçer Aras’ı,
Yuğsan Aras suyuyla, çıkmaz yüzün karası.
Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni,
Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni.
Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine,
Beni siz vursaydınız, şu gavurun yerine.

 

İşte CHP budur.  Bugün CHP Azerbaycan’a Kırım’a göğsünü gere gere gidemez. Ama biz Saraybosna’ya da Kahire’ye de Tunus’a da Gazze’ye de Bakü’ye de göğsümüzü gere gere gideriz. En kısa zamanda Şam’a gideceğiz. Emevi Camisi’nde namaz kılıp, Suriyeli kardeşlerimizle kucaklaşacağız.”

 

Tarihçi Hakkı Uyar, İnönü Vakfı internet sitesinde yayımlanan Boraltan Köprüsü olayı hakkındaki makalesinde bu acı olayın arka planına şöyle değinmişti:

“Türkiye, savaş yılları boyunca izlediği denge politikası gereğince izlediği tarafsızlık politikasına son vererek –Yalta Konferansı’nın ardından- 23 Şubat 1945 tarihinde ABD-İngiltere-Sovyetler Birliği Bloku’ndan yana tavır aldı; Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. Bu, elbette sonuna gelinen bir savaş için sembolik bir davranıştı ve Birleşmiş Milletlere kurucu üye olarak katılmayı da amaçlıyordu. Ancak yine de Türkiye, bu tavrıyla kazanan ülkeler grubunun yanında yer aldı ve politikalarını ona göre dizayn etti. Nitekim arşiv belgelerinden 14 Mart 1945 tarihli olanı Alman işgali altındaki adalardan mülteci kabulüne devam edilmesi konusunu ele almaktaydı. Oysa kazanan ülkelerden mülteci kabulüne son verilmişti. Bunlardan biri de Sovyetler Birliği idi. 15 Mayıs 1945 tarihli belge buna yöneliktir. 21 Mayıs 1945 tarihli belge ise, daha dikkat çekicidir ve doğrudan konumuzla ilgilidir:

 

“Almanya ve Japonya veya her ikisi ile harp halinde olan devletler uyruğundan memleketimizde bulunan mültecilerin, yalnız askerlik hizmetlerine mensup olanlarının, mütekabiliyet esası çerçevesinde iade edilmesi”ni konu alan bu belge, Yozgat’taki kampta[13] tutulan asker kökenli mültecilerin Sovyetler Birliği’ne iade edilmesinin önünü açmaktaydı. 30 Temmuz 1945 tarihli yazışma da, 6 Ağustos 1945 tarihinde Sovyetler Birliği’ne iade edilen Azeri kökenli Sovyet askerlerine yönelikti.

 

1945 yılının Şubat ayının ilk yarısında toplanan Yalta Konferansı’nın ardından Mart ayında Sovyetler Birliği Türkiye’ye bir nota verdi (19 Mart). 7 Kasım 1945 tarihinde sona erecek olan, 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması’nı yenilemeyeceğini bildirdi. Gerekçe İkinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamaması ve ciddi değişikliklere ihtiyaç duymasıydı. Türkiye’nin Almanya’ya karşı Müttefiklerin (Üçlerin/ABD-İngiltere-Sovyetler Birliği) yanında savaşa girmemesi, savaşın dışında kalmak için çaba harcaması ve savaş sürecinde izlediği denge politikası, savaşın dışında kalmasını sağlamıştı ama tam da bu nedenle Türkiye -savaşın tahribatından kurtulsa da-, savaşın sonunda yalnız bir ülke durumundaydı. Kazananlar arasında yer alan Sovyetler Birliği’ne karşı, ABD ve İngiltere’nin desteğini sağlaması hiç de kolay değildi. Nisan ayı başında Türkiye, Sovyetler Birliği’ne verdiği karşılık notasında yeni koşullar ışığında gelecek tekliflere açık olduğunu, bunları dikkatle ve iyi niyetle inceleceğini bildirdi. Haziran ayı başında Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e, bir anlaşma imzalanabilmesi için Türkiye’nin kabul etmesi mümkün olmayan şartlar ileri sürdü. Bunlar arasında Türk-Sovyet sınırında Sovyetlerin lehine değişiklikler yapılması, Boğazların ortak savunulması, Sovyetlere Türkiye’de kara ve deniz üsleri verilmesi ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesi de vardı. Türkiye, istekleri reddetti. Bunun üzerine Sovyetler Birliği, Bulgaristan ve Kafkasya’daki askeri birliklerini faaliyete geçirdi. Haklı olarak Doğu Avrupa ve Balkanlardaki Sovyet işgalinin benzerinin yaşanabileceği, ABD ve İngiltere’nin Türkiye’yi yalnız bırakabileceği endişesi vardı. Bun rağmen Türkiye, hem Sovyetlere direndi ve taleplerini reddetti hem de ABD ve İngiltere’yi gelişmeler konusunda bilgilendirdi. Temmuz ayında toplanan Potsdam Konferansı’nda Sovyetler Birliği, taleplerini ABD ve İngiltere’ye de iletti. İngiltere ve ABD, Türkiye’nin tam da arkasında durmadılar ve sorunların iki ülke arasındaki görüşmelerle çözülmesini istediler. Dolayısıyla Türkiye, Sovyet talepleri karşısında kısmen de olsa yalnız kalmıştı[14]. İşte bu ortamda, Sovyet tehdidi bu kadar kendini hissettirirken ve kağıt üzerinde de olsa birlikte Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmişken, müttefik ülkelere ait asker kökenli mültecilerin mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde iade edilmesi, son derece olağandı. Nitekim Sovyetlerin karşılıklılık ilkesine uymaması üzerine de, iadelere son verilmişti.

 

Sonuç olarak iade edilenlerin öldürülmeleri, son derece üzücüdür. Ancak dönemin koşullarının kısıtlayıcılığı ortadadır. Yaşananlar, eleştirilmeyi elbette hak etmektedir[15]. Ortaya sürülecek hiçbir gerekçe yaşanan dramın büyüklüğü ortadan kaldırmayacaktır. Bununla birlikte ilginç bir şekilde eleştirilenin CHP ve özellikle de İnönü olması -milliyetçiliği ile ünlü dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun adının hiç anılmaması-, dikkat çekicidir.”

 

Mehmet Kılıç’ın yönetmenliğini üstlendiği ve Cüneyt Arkın, Oya Aydoğan, Baki Tamer gibi oyuncuların rol aldığı 1977 yapımı “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı filmde Sovyetlerden Türkiye’ye sığınan mültecilerin hikâyesini konu edinmişti.

 

 

Söz konusu film, “1945 yılında Sosyalist bir ülkeden Türkiye’ye iltica eden daha sonra düşmana edilirken sınırda şehit edilen 150 Türk’ün aziz hatırasına atfedilmişti“.

 

güneş ne zaman doğacak

 

Maraş’ta Aralık 1978 tarihine Cüneyt Arkın’ın başrolünü oynadığı “Güneş Ne Zaman Doğacak” filminin gösterimi sırasında sinema salonuna patlayıcı madde atılması, Maraş Katliamı’nın kıvılcımını ateşlemişti.

 

güneş ne zaman doğacak afiş

 

Tespit: Kutlu Altay Kocaova

 

Yorumunuzu yazınız...