Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı Adlı Kitabında Mehmet Âkif Ersoy’un Padişah Tarafından Gönderildiği Orta Doğu’daki Arap Ülkeleri Turu Esnasında Kudüs’teyken İngilizlerin İşgaline Sevinen Araplarla Diyaloguna Yer Verildiği İddiası Asılsız

İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, Kudüs’ün düşüşünü kutlayanlara Kudüs’te Arap devletlerini ziyaret turunda değil, Almanya’ya gidişte Viyana’da rastladığını belirtmişti.

Yanlış İddia

 

Bugünkü konumuz, çarpıtma içeren menkıbe tarihçiliğine yeni bir örnek…

 

İstiklal Marşı’nın yazarı, milletvekili, şair ve mütefekkir Mehmet Âkif Ersoy’un (ismi aktarılmayan) Osmanlı Padişahı tarafından görevlendirilmesiyle çıktığı Orta Doğu’daki Arap ülkelerini gezdiği turda Kudüs’te iken İngilizlerin işgaline sevinen Araplarla diyalogunu yansıttığı iddiasıyla aktarılan metin şu şekilde:

 

“Birinci dünya savaşına giren Osmanlı zor durumdadır ve bir zamanlar egemenliği altında bulunan Arap devletlerinden bir yardım beklentisi içindedir.
Bu amaçla Padişah Mehmet Akif Ersoy’u Arap ülkelerine göndererek, bir nabız yoklaması yapmasını ister.
Mehmet Akif neredeyse Orta Doğu’da bulunan tüm Arap ülkelerini ziyaret eder. Onlardan aldığı tepkiler oldukça olumsuzdur! Sıkıntılı ve üzgün olarak geriye dönerken; Kudüs’e uğrayarak, orada da bazı görüşmeler yaptıktan sonra bir otele yerleşir.
Akşam olmak üzeredir… Mehmet Akif yatacağı otel odasında istirahat ederken, birdenbire dışarıdan çığlıklar gelmeye başlar! Merak ederek, dışarı çıkar. Kudüs halkı dışarıda çılgınlar gibi eğlenmektedir. Akif, bu eğlencenin nedenini merak ederek, bir vatandaşa sorar ve aralarında şöyle bir diyalog geçer:
– Bu eğlencenin sebebi ne!? Kudüslü Arap’tan aldığı cevap çok şaşırtıcıdır:
– İngilizler Mescid-i Aksa’yı ele geçirdiler. Onu kutluyoruz!
– Peki ama; İngilizler Hıristiyan ve sizler Müslümansınız! Bunda kutlanacak ne var ki!?
– Olsun! Biz Türklerden kurtulduk ya! Ona seviniyoruz! Mehmet Akif, bu cevabı duyunca; büyük bir hüzne kapılır ve sabaha kadar ağlayarak, Kur’an okur.
Evet, bu Araplar; bir Türk’ün üzerinde “Halifelik Hırkasını” görmek yerine, bu hırkayı bir İngiliz’in üzerinde görmeyi tercih ederler…
Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytin Dağı” isimli kitabından”

 

mehmet-akif-ersoy-kudus-arap-kutlama

 

İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, Kudüs’ün düşüşünü kutlayanlara Kudüs’te Arap devletlerini ziyaret turunda değil, Almanya’ya gidişte Viyana’da rastladığını belirtmişti.

 

Bu aktarımın kaynağı Mithat Cemal Kuntay’ın biyografik “Mehmet Akif – Hayatı-Seciyesi-Sanatı” adlı kitabı.

Mehmet Âkif Ersoy’un Viyana’da 1. Dünya Savaşı esnasında bir oteldeyken Kudüs’ün düşmesi üzerine çanların çalındığına şahit olduğu ana dair aktarımını yakın arkadaşı Kuntay adı geçen eserinde şöyle aktarmış (Mithat Cemal. Mehmet Akif. Timaş Yayınları. İstanbul 2001. Sf: 279-286):

“Sinirlerine dokunan bir mısra vardı:

Milletim nev’-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin! (İnsanlık milletimdir, yeryüzü vatanım) Bu mısraı okuduğum gün acı acı gülerek;

-Sen de bu yalana inanıyor musun? Bir Avrupalının nev’-i beşerinde, rûy-i zemininde Türkler ve Müslümanlar dahildir sanıyor musun? Dedi. Sonra tuhaf bir şey anlattı:

-Umumî Harpte biz üç kişi Berlin’e gittiğimiz zaman Alman Hükümeti bize ne dedi bilir misin? Türklerle ittifak ettik diye Rayiştak’ta Katolik mebuslar bağırıyorlar, Müslümanlar ve Türkler gibi vahşîlerle medenî Alman milleti nasıl birleşir? diyorlar. Makaleler yazınız da Türklerin ve Müslümanların da insan olduklarını bu adamlara karşı ispat edelim. dedi.

-Acayip! dedim.

-Bundan daha acayibi var! dedi; yine ; Umumî Harpte Viyana’da idim; bir gece Viyana kiliselerinin çanları çalmaya başladı; otelin penceresinden baktım; caddede her elde bir mum, herkes haykırıyordu. Kendi kendime: Müttefikimiz Viyanalılar galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar. dedim. Sokağa fırladım. Bir dükkâncıya:

-Bir zafer haberi mi var! dedim.

Adam:

-Zafer de söz mü? dedi. İngilizler Müslümanlardan Kudüs’ü aldılar: İngiliz ordusu Allenby’nin kumandasında Kudüs’e girdi. Mukaddes şehir aydan kurtuldu, haça kavuştu. Ve Akif bunu anlattıktan sonra gözlerime dik dik baktı:

-Milletim nev’-i beşer, vatanım rüy-i zemin! Öyle mi? dedi. Sonra ilâve etti:

-Biz bu yalana inanırsak, ne milletimiz kalır, ne rûy-i zeminimiz! Avrupa’nın nev’-i beşerinde ben yoksam, benim nev’-i beşerimde de o yoktur.”

 

Niyazi Berkes’in “İslamlık, Ulusculuk, Sosyalizm” adlı kitabında “Din ve Milliyet Sorunları” başlıklı bölümde bu anıya değinmiş (Bilgi Yayınevi. 2. Basım. 1975. Sf: 18):

“Yirminci yüzyılın insanoğlunun kafasını bu din, siyaset, milliyet ayrılıkları ve savaşları adamakıllı serseme çevirmiş.

Mehmet Akif, Arap şehlerini İngilizlere dönmekten vazgeçirip Osmanlılığa kazanmak için Arabistan’a yollanmış. Dönüşünden sonra, bir ara Almanya’ya giderken yolda Viyana’ya uğramış. Şehre varmış ki ne görsün olanca kilise çanları veryansın çalıyor; şehir velvele içinde. Saf adam, içinden, «E, hadi bakalım, her halde ya biz ya da müttefiklerimiz (Almanya, Avusturya) bir zafer kazandı da onu kutluyorlar,» demiş. Ama soracağı da tutmuş. Aldığı şevap şu: «General Allenby Kudüs”e girdi. Onu kutluyoruz.»

General Allcnby! Yani Almanya, Avusturya ve Osmanlı devletinin savaştığı Müttefiklerin Yakındoğu’daki başkomutanı! Türkleri sürüp Kudüs’ü ellerinden alıyor da Viyana kiliseleri bunu kutluyor! General, bütün Hıristiyan dünyasına da seslenerek, «Hcıçlı Seferleri tamamlandı» demiş. Avusturya ve Alman Hıristiyanlığı böyle imrenilecek bir zaferin kendilerine değil de düşmanlarına nasip olmasını kıskanmağa gerek görmeden bu zaferi candan kutlamaya katılıyor!

Bu durum karşısında, bizim İslamcı şair coşacak, haykıracak: «Görüyor musunuz din .kardeşliği ne demek?» diyecek, ama diyemiyor. Çünkü çok iyi biliyor ki onun din kardeşi Araplar, bu Haçlı Seferini tamamlayanların yanı başında, hatta önünde. Ve Kudüs’te canını kurtaran birkaç Türk varsa, onları Arap hıncının elinden kurtaranın da General Allenby olduğunu belki düşünmüştür.”

 

mehmet-akif-viyana-kudus

 

Falih Rıfkı Atay’ın (1894·1971) 1915-1918 yılları arasında yedek subay olarak askerlik yaptığı Suriye ve Filistin cephesindeki anılarını içeren Zeytindağı adlı hatıratında böyle bir hadise nakledilmemiş.

Zeytindağı’nda Mehmet Âkif Ersoy’un ismi dahi geçmez.

Zeytindağı’nda Falih Rıfkı Atay’ın Kudüs’te bulunduğunu aktardığı dönemde bir Arap devleti yoktu.

Osmanlı Ordusu’nun geri çekilmesinin ardından İngilizler 9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’ü işgal etti (Filistin’in işgal tarihini özetlediğimiz Filistinlilerin Yahudilere toprak satışını ele aldığımız yazımıza göz atabilirsiniz).

Falih Rıfkı Atay’ın askerlik deneyimlerini aktardığı dönemde Kudüs hâlâ Cemal Paşa’nın denetiminde idi.

 

1932 yılında yayımlanan Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay’ın I. Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak katıldığı Suriye ve Filistin cephesindeki anı ve izlenimlerinden oluşmaktadır.

Kitap, Atay’ın savaş dönemindeki deneyimlerini, doğa ve çevre gözlemlerini, tarihi ve siyasi bağlamı ve bölgenin sosyal ve kültürel yapısını içeren bir derleme niteliğindedir.

Kitap, yazarın 1914 yılında İstanbul’dan ayrılışı ile başlar. Atay, Suriye ve Filistin’de önce Halep’te, ardından da Cemal Paşa’nın komutasındaki 7. Ordu’da görev yapar. Bu süreçte, savaşın acımasızlığını, askerlerin yaşadıklarını ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü yakından gözlemler.

Kitap, dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, yazarın İstanbul’dan ayrılışı ve Suriye’ye gelişi anlatılır. İkinci bölümde, yazarın Halep’teki gözlemleri yer alır. Üçüncü bölümde, yazarın 7. Ordu’daki görevi ve savaşın acımasızlığı anlatılır. Dördüncü bölümde ise, yazarın Filistin’den ayrılışı ve İstanbul’a dönüşü anlatılır.

 

Zeytindağı’nın Pozitif Yayıncılık’tan çıkan versiyonunda Falih Rıfkı Atay’ın özgeçmişi şöyle aktarılmış:

 

Falih Rıfkı Atay (1894·1971)

 

Atatürk üzerine çalışmalarıyla tanınmış gazeteci, yazar Falih Rıfkı Atay 1894’te İstanbul’da doğmuştur. Öğrenimini İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde yaptı. 1908 devriminden sonra “Tanin” gazetesinde gazeteciliğe başladı. Bir yandan gazetelere, dergilere yazılar yazıyor, bir yandan da Babıaıi Mektubi Kalemi ‘ne devam ediyordu (1913). Bir süre sonra, oradan Dahiliye Husisi Kalemi’ne katip olarak geçti.

Falih Rıfkı Atay Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katıldı. Bir süre sonra 4. ordu komutanı Cemal Paşa’nın emir subayı olarak, Kudüs’te ve Suriye’de bulundu. Bu arada, resmi görevle birtakım Avrupa yolculuklarına da katıldı. Savaş sona erince, Bahriye Hususi Kalem Müdür muavinliğine atandı. O sıralarda iki arkadaşıyla birlikte “Akşam” gazetesini kurdu (1918). Devrim aleyhinde bulunanlarla çetin bir savaşa girişen Atay, 1922 yılında Bolu’dan milletvekili seçildi, 1950’ye kadar milletvekili kaldı. Bu arada, “Hakimiyet-i Milliye”, “Milliyet”, “Ulus” gazetelerinin de başyazarlığını yaptı. 1950′ de siyasi hayattan çekilerek kendini büsbütün gazeteciliğe adadı. Kısa bir süre “Cumhuriyet” gazetesine haftalık sohbetler yazdıktan sonra, bir arkadaşıyla birlikte “Dünya” gazetesini kurdu.

Başlıca Eserleri: Zeytindağı (1932), Atatürk’ün Bana Anlattıklan (1955), Babanız Atatürk (1955), Çankaya (1961), Kurtuluş (1966), Atatürkçülük Nedir? (1966), Atatürk Ne İdi? (1968), Bayrak (I 970).

 

Atay, önsözünde hem bir anı hem de bir tarih kitabı niteliğindeki Zeytindağı’nı yazım motivasyonunu şu cümlelerle aktarmış:

Büyük Harp’in son aylarında “Ateş ve Güneş”i yazmıştım. Cemal Paşa Şam ‘dan İstanbul’ a gelmiş, artık yalnız Bahriye Nazın idi. Kendisini gördüm ve yayınlanmasını uygun bulup bulmadığını anlamak istedim.

“Ateş ve Güneş” çöl ordusunun kahramanlık ve ıstırap hikayelerinden ibaretti. Nazırım bir gün sonra müsveddeleri geri verdi.

– Bastırmasanız iyi olur, dedi.

“Ateş ve Güneş” de birkaç subay ve neferden başka hiç kimsenin ismi yoktu. Eski Dördüncü Ordu Kumandanı’nın dört yıl yanında çalışan bir yazardan beklediği belki, bu değildi. O kitabımda kendini aramıştı.

Büyük Harp’te Suriye idaresi için hiçbir satır yazı yazmamıştım, çünkü yalnız beğendiğim şeylerden bahsetmek lazımdı.

Mütarekede ise, yalnız beğenmediğim şeyleri yazabileceğim için, Suriye hatıralarını yine bir yana bıraktım.

Bugün her ikisini de söylemek mümkün olduğundan, “Zeytindağı”nı bastırıyorum.

Biz, şimdi kırkına yaklaşanlar, Osmanlı imparatorluğunun son gençleriyiz. 1914′ de üç, beş, yedi yaşında bulunan çocuklar, bugün yeni Türkiye’ nin gençleri olmuşlardır ve hatırlarında imparatorluktan hiçbir iz kalmamıştı. işte onlara, saltanatın, Suriye’ de, Filistin ve Hicaz’ daki son yıllarını anlatmak istiyorum.

 

Falih Rıfkı Atay Zeytindağı’nı Kudüs’ün kaybedilişini şöyle aktararak noktalamıştı:

 

“ALLAHA ISMARLADIK

Üç tabur, ah üç tabur.
Nebi Samoil siperlerinde Kudüs için kan döken Türk askerlerine bu kadarcık yardım edemiyoruz.

O yıl Galiçya topraklarında döğüşmek için yirmi bin lüzumsuz Türk! bulmuştuk.
Bir yığın Anadolu çocuğunu, yurdundan kopmuş, uzak Medine içinde, iskorpite ve çöle yediriyorduk.
Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm: Kudüs İngilizlerin elinde idi.

Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan okudum. Kudüs ‘ü İsrailoğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık.

Nebi Samoil üstünden Müslüman veya Hıristiyan mabetlere doğru inenler, Türklerin son gününü hatırlayacaklardı.
Karargahın içinde: “Kudüs düştü! ” sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Haleb’e göz yaşlarımızı hazırlamak lazımdı.
Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk.
İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine, Allahaısmarladık!
Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmeyecek, hiç akşam gölgesi görmeyecek gibi bakan Lut çukuru, şimdi bütün İmparatorluğu, içine çeken bir mezar gibi, genişleyip derinleşiyor.
Eşyam ve kağıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan aynhyoruz. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecektir.

Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:

– Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.

Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!

– Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu’da çalışmaktır.

Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa … Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya; şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:

– Benim Ahmed’i gördünüz mü? diyor.

Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun. İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
– Bu tarafa gitmişti, diyor.

Ne tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdad’a mı?
Ahmed’ ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görşen, ona da soracaksın:

– Ahmed’imi gördün mü?
Hayır … Hiç birimiz Ahmed ‘ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi .gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü.

Şimdi Anadolu ‘ya, batı’dan, doğu’dan, sağdan, soldan bütün rüzgarlar bozgun haykırarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor.
Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul ‘ a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.

Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarım büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.

Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek. ..

Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik!”

 

Daha önce, Falih Rıfkı Atay’ın “gerçekte Kurtuluş Savaşı diye bir şey olmadı” dediği ve Atatürk’ün mason olduğunu söylediği iddialarını da ele almıştık.

 

Hatalı aktarımı tespit eden Tuncay Yılmazer‘in yorumuyla ihtisabı sonlandıralım:

“O dönem Arap devletleri yok. Mehmet Akif’in böyle bir anlatımı yok. Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’nda böyle bir olay yok. Sizinki “Davut Peygamber kızını kurban edecekti, gökten keçi indi ” hikayesi olmuş. Günümüz olaylarını yorumlarken tarihi saptırmanıza gerek yok.”

 

“Türk ordusunda görev yapmış üst düzey bir emekli subayın ülkesini dış politika konusunda uyarması, geçmişte yaşananlardan örnekler vermesi, bilgi ve tecrübesini paylaşması demokratik hakkıdır. Bu tartışılmaz. Ama lütfen. Tarihten bahsetmek bu kadar da gayri ciddi olmamalı!”

 

 

Yorumunuzu yazınız...