Falih Rıfkı Atay’ın “Gerçekte Kurtuluş Savaşı Diye Bir Şey Olmadı” Dediği İddiası Asılsız
Atatürk’ün çok yakınında bulunarak önemli olaylara tanıklık eden ve Atatürk’ün bu döneme ilişkin anılarını kitaplaştıran gazeteci, yazar ve siyasetçi Falih Rıfkı Atay‘ın “gerçekte Kurtuluş Savaşı diye bir şey olmadı” dediğine dair bir iddianın varlığına şahit oluyoruz.
Kurtuluş Savaşı’nın gerçekte var olmadığına inanan kitle, Falih Rıfkı adına uydurulan sözleri sahiplenmiş:
Falih Rıfkı Atay’a atfedilen sözler şu şekilde:
““Gerçekte Kurtuluş Savaşı diye bir şey olmadı, Cumhuriyet kamuflajı içinde Ankara’da kurulan paralel hükümet Osmanlı’yı yıkmak içindi! İçlerinde hiç Türk yoktu, tamamen Mason Locaları’nın desteklediği Selanik veya Macar Yahudisi’ydi. (Falih Rıfkı Atay)”
“Falih Rıfkı Atay Kurtuluş Savaşı” araması için Google’ın sunduğu öneriler bu saçma iddianın aranma sıklığı hakkında (özellikle “bu saçma iddiaya kim inanır?” ve “bu yazıya neden ihtiyaç duydunuz?” gibi sitemkâr ve eleştirel söylemlerde bulunanlar için) fikir sunuyor.
Elbette kendisine isnat edilen sözler Kurtuluş Savaşı anılarını Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri, Kurtuluş, Çankaya gibi eserlerinde aktaran Falih Rıfkı Atay’a ait değil. Bu uydurma iddiayı destekleyecek herhangi bir bulgu olmadığını söylemenin lüzumu dahi yok.
Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılarından dolayı idam isteğiyle Divanıharbe verilen, serbest bırakılmasının ardından 10 Eylül 1922’de Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı desteklemeyi sürdüren, yazılarını Tanin ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde yayınlayan, savaşın ardından kurulan Yunan ordusunun yakıp yıktığı yerleri saptamak için kurulan Tetkik-i Mezalim Heyeti’nde yer alan Falih Rıfkı Atay‘ın matbuatında ve ardında bıraktığı eserlerde Kurtuluş Savaşı’na yönelik ifadeleri kamuoyunun malumudur.
Falih Rıfkı Atay tarafından 30 Ağustos zaferinin ilk yıl dönümü olan 30 Ağustos 1923 tarihinde Akşam gazetesinde yayınlanan 24-30 Ağustos 1922 tarihleri arasındaki 1 haftalık sürede yaşanan gelişmeleri aktardığı yazıyı incelemenin bu iddianın abesliğini net şekilde ortaya koyacağını düşünüyoruz:
“26 Ağustos -Her gün olduğu gibi, matbaada çalışıyoruz. Henüz Çatalca üstüne yürüyen Yunan fırkalarından endişe içindeyiz. Bir rivayete göre, eğer biz son teklifleri reddersek, Yunanlılar İstanbul’u alacaklar. Bütün ümit Fransız işgal ordusunun ve siyasetinin mukavemetine bağlıdır. Henüz Saray Babıali ve hepsinin fevkinde Kroker Otelinin saltanatı var. Rum ve Ermeni sansürlerinden geçirebilmek için yazılarımızı bin itina ile yazıyoruz.
Ankara yolcularından bermutat [alışıldığı üzere] hazırlık ve harp haberleri alıyoruz. Bu haberlere kendilerinin de inandığı yok. Fakat hemen herkesin kafasına su ‘fikr-i sabit’ yerleşiyor. Bu sonbaharda eğer Ankara iyi kötü bir harekette bulunmazsa, kışın Anadolu’yu tutmak mümkün değildir. Ordunun siperler içinde bir kış daha geçirmeğe tahammül edeceğinden şüphe ediyoruz. Usanç umumidir. Zafer kelimesi ancak politika edebiyatının ağzında, salâhiyet sahibi zannettiklerimizin hemen hepsi bizim bir taarruz teşebbüsümüzün cinnet olduğu kanaatindedir. Sonra öğrendik ki, Ankara’da dahil vaziyet daha başka türlü değildi. Zafere iman etmiş olanlar orada da ekall-i kalil’idiler [azınlık]. Bir gözümüz Çatalca’da, bir gözümüz Londra’da. Siyasetin ânı bir kararını bekliyoruz.
*- Ne yapacağız?” Hepimizin dilinde bu acı sual var, saat on bire geliyor Arkadaşlarımızdan biri odadan içen girdi, yüzünde sır taşıyanlara mahsus bir acaiplik göze çarpıyor.
*- Size Hilâl-i Ahmer’de [Kızılay] bir havadis getiriyorum, fakat son derece ihtiyat ile yazalım, doğru çıkmayabilir,” dedi Havadis şuydu:
“Bugün öğleyin şehrimizin salahiyettar [yetkili] menabiinde [kaynak] Kocaeli mıntıkasında Türk ordusu tarafından harekât-ı muhimme-i askeriye icrasına başlandığı söylenmekte idi. Vakit geç olduğundan dolayı bu harekâtın bir taarruz mukaddemesi [başlangıç] mahiyetinde olup olmadığını tahkik edemedik. Havadisimizin mevsukiyetine [kesinlik] itimat etmekle beraber, karilerimizin [okurlar] tebliği resmilerimize intizar [öngörü] etmelerini tavsiye ederiz. Haber doğru ise, Allah ordumuzla beraberdir, neticeye itminan [inanma] ile muntazır [bekleyen] olabiliriz ”
Ve tam altında Ajans Röyter’in bir tebliği “Murahhaslar Venedik’te ya Saray-i kralide yahut Lido adasında içtima edeceklerdir.”
27 Ağustos – Roma’dan bir küçük telgraf var. “Menderes vadisinde Türk ileri hareketi teeyyüd [askeri yönden güçlenme] ediyor.”
Atina’dan gelen başka bir telgrafta deniyor ki: “Türkler vakıa cephenin bazı noktalarında kuvvetsiz müsademelere [çarpışma] teşebbüs etmişlerdir. Bu faaliyet ehemmiyetsiz müsademeler mahiyetindedir.”
Hilâli Ahmer’den, Fransız mehafilinden [loca], her taraftan tahkik ediyoruz. Muhbirler havadissiz dönüyor Akşama kadar öldürücü bir merak içindeyiz. Havada asabiyet var.
28 Ağustos – Anadolu, telgraf ve posta muhaberatını tatil etmiştir. Motorlar ve kayıtlar Anadolu ile İstanbul arasında münakalâttan menolunmuştur. Ve ilk doğru haber “Ordumuz Afyonkarahisar cephesinde Yunan hatlarına taarruz etti.” Yunan tebliği ise mütemadiyen muvaffakiyetsizliğimizden geri çekildiğimizden, bazı kariyerlerin birer müddet işgal ettiğimizden bahsediyor.
Istırap içinde eziliyoruz. “ Muvaffak olamazsak her şey bitti değil mi?” Bu suale herkes ‘-Evet!’ cevabını veriyor Ya Mustafa Kemal Paşa, o nerede? Her halde taarruzu bir maksada veriliyor. Bazıları diyorlar ki “Meclisteki muhaliflerden o kadar bıktı ki herçebadâbat [her ne olursa olsun] bir harekete geçti.” Bu herçebadâbat sözünü reise bu türlü yakıştıramıyoruz. Muhakkak bir bildiği, bir düşündüğü var. Fakat nedir? O esnada bu lâhza onun beynindeki esrara vâkıf olmak için, canımın vereceğiz. İstanbul’u taarruzun muvaffakiyetinden sonraki meserretten ziyade bu ric’atten [geri çekilme]sonraki facialar işgal ediyor. Sokakla ecnebi askerlerini bize yemeğe hazırlanan canavarlar gibi görüyoruz.
29 Ağustos – Anadolu hâlâ susuyor “Akşam”da rivayet kabilinden bu havadis; “Bir habere göre askerlerimiz Afyonkarahisar’a girdiler.” Fakat altında meseleyi tasrih ediyoruz; “Bu sabah telgrafhane hiç bir malûmat almamıştır. Yunanlılar öğleye kadar hiçbir tebliğ vermediler.’
30 Ağustos – Anadolu tebliğleri karanlık içinden ilk ışıkları getirdi Dört sütun büyük serlevha ile şu havadis veriliyor “Ordumuzun sol cenabı düşmanın bir seneden ben tahkim ve tel örgülerle takviye ettiği üç sıra siperden mürekkep müstahzar [hazır] mevazii tamamen zaptederek süngü hücumlarla Afyonkarahisar’a girmiştir. Üsera [esir] ve ganaim [ganimet] pek çoktur.”
Rivayet, istediğimiz kadar: Eskişehir’i zapt etmişiz. Bilecik boğazı ateşimiz altında imiş. Bu akşam gazetesi bizi fersah fersah geçiyor. Hattâ Uşak’ın alındığını bile yazmak gayretkeşliğine düşüyor. Aramızda şöyle konuşuyoruz: “Anlaşılıyor ki Uşak-Bursa hattını alacağız. Şimdiden meseleyi bu kadar büyütmeye ne lüzum var? Ahali muvaffakiyetimizin derecesini ölçmek imkanlarını kaybedecek.”
Bu gazetenin havadisleri muhayyel, buna şüphe yok ve biz meslek, biraz da siyaset endişesiyle onun bu yaygarasından sıkılıyoruz. Meğer o gün Yunan ordusu artık yokmuş. Hakikat, Akşam uydurucusunun hayalini bile geride bırakmış. Meğer o gün İzmir’e doğru yürüyormuşuz.
31 Ağustos – Sönük bir gün, son havadis şu: “Taarruzumuz olanca şiddetiyle berdevamdır, yalnız henüz resmi haberler gelmemiştir.” Gönlümüz kararıyor. Acaba bir bozguna mı uğradık?
Ertesi sabah zafer haberleri tevali etti. Gazeteleri sormayınız, hepsi serlevha halinde çıkıyor: “Yunanlılar Dumlupınar meydan muharebesini kaybettiler; kahraman ordumuz mağlûp Yunan kıtaatını Uşak’tan evvel yakalamış ve kısmı küllisini imha derecesinde bir hezimete uğratmıştır. Eskişehir istirdat edilmiştir. Mukaddes Bursa’nın istirdadı haberine anbean intizar ediyoruz.”
Fakat henüz izah edemediğimiz bir nokta var: Bizim tebliğlerimiz pek ihtiyatlı geliyor Erkân-ı Harbiyenin sükûtunu bir türlü anlıyamıyoruz. Bu son mübhemiyet [belirsizlik] günlerinde, galiba Eylülün biriydi, akşamüstü Adaya gidiyordum. Vapurda büyük bir Rum kalabalığı vardı. Eski yeisleri [üzüntü] gitmiş, bir şeyler konuşuyorlar, gülüşüyorlar, bize garip bir tarzda bakıyorlardı. Merakla soruşturdum, acaba ani bir musibete mi uğramıştık? Arkadaşlarımdan biri, çeneleri kilitlenmiş, yanıma sokuldu, kulağıma eğilerek: “- Güya bozulmuşuz Uşakta Mustafa Kemal Paşayı esir almışlar. ”
O dakika nasıl ölmediğime hayret ediyorum. Geceyi nöbet içinde kendini kaybeden bir ağır hasta gibi, hezeyan içinde geçirdim. Sabahleyin matbaaya can attık, kimimiz Hilâl-i Ahmer’e, kimimiz Beyoğlu’na koştuk. Şehirde büyük yağmurlardan evvelki boğucu hava vardı, teneffüs edemiyorduk. Hilal-i Ahmer Ankara’ya sordu. Akşama kadar heyecan ve ateş içinde dolaştık, durduk.
Nihayet Hilâl-i Ahmer’e bir şifre geldiğini haber verdiler. Bu şifre âdeta Türk tarihinin anahtarı idi; gittik, şu haberi okudular: ‘Yeni Yunan Başkumandanı General Trikopis Erkân-ı Harbiye Reisi, Levazım Reisi, Onüçüncû Fırka Kumandanı 2 Eylül akşamı Uşak civarında esir edilerek Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin karargâhlarına gönderilmiştir. Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Hazretleri esirlerine nezaketle muamele ederek yeni Başkumandanı mukadderatın bu cilvesinden dolayı teselli eylemiştir.”
Gûya havadisi gizli tutacaktık, Ankara’nın tenbihi böyle idi. Mümkün olsa gazeteyi bir tarafa bırakıp münadi gibi sokaklarda bağırırdık. Susmak ve saklamak mümkün mü idi?
Nihayet “Akşam” gazetesinin matbaa pencerelerinden, sokakla çıldırmış gibi, saçlarını yolan, göğüslerini döven, yerlere yatarak çırpınan halka tevzi ettiğimiz nüshası ve bütün sayfayı dolduran klişe; “Elhamdülillah İzmir’e kavuştuk.”
Başkumandan ilk günü beyannamesini şu cümle ile bitirmiştir: “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri.”
Ve son günü hâdiselere şu cümle ile nihayet veriyordu. “Akdeniz hedefine varıldı.”
2 Yorumlar
Bazı yanlis bilgi veren insanlara doğruyu öğretmek için sizden alıntı yaptığımı belirterek sizin yazınızı kullandım çok teşekkür ederim yardımınız oldu
Tarihçiyim diye geçinen, Müslüman olduğunu söyleyen ve büyük ortadoğu projesi için Clinton bana danıştı diye utanmadan anlatan yani açık açık bunların maşası olan deli feslinin iddialarının yalan olduğunu bilmemize rağmen detaylarıyla ispatladığınız için teşekkürler