Arthur Schopenhauer’e (22 Şubat 1788 – 21 Eylül 1860) atfedilen Çocuklarıma bırakacağım en büyük miras hiç var olmayacak olmalarıdır.” ya da “Çocuklarıma bırakacağım miras, onları dünyaya getirmemektir.” sözünü ele alacağız.

 

Bahsi geçen sözün Schopenhauer’in Hayatın Anlamı adlı eserinde geçtiğini ileri süren paylaşım örneği şöyle sunulabilir:

 

BPT Kitap (@bptkitap):

“Çocuklarıma bırakacağım en büyük miras hiç var olmayacak olmalarıdır. | Hayatın Anlamı, Arthur Schopenhauer”

 

cocuklarima-birakacagim-miras

 

Arthur Schopenhauer’in Hayatın Anlamı adlı kitabının farklı çevirileri ve orijinali tarandığında “Çocuklarıma bırakacağım en büyük miras hiç var olmayacak olmalarıdır.” şeklinde bir sözüne/cümlesine rastlanamıyor.

Schopenhauer’in bu şekilde bir söz sarf ettiğine dair bir delil de bulunamıyor.

Ancak, pesimist bir dünya görüşüne sahip olan Schopenhauer’in çocuklar hakkındaki bazı söylemleri “anti-natalist” olarak değerlendiriliyor.

Hayatının çoğunu yalnızlık ve karamsarlık içinde geçiren, hayatı boyunca hiç evlenmeyen ve çocuk yapmayan Schopenhauer, çocuklara bakış açısıyla da dikkat çeken bir filozof.

19. yüzyılda yaşayan Alman filozofun düşünceleri genel olarak yaşamın temelde acı dolu olduğu ve insanın arzularının ve isteklerinin sürekli bir huzursuzluk kaynağı olduğu temeline dayanmaktadır.

Schopenhauer, evrenin temelinde yer alan iradenin “kör bir güç” olduğunu savunur. Bu irade, insanoğlunun isteklerinin ve arzularının temelini oluşturur. Ona göre çocuklar da bu iradenin bir tezahürüdür ve bu iradenin yönettiği bir dünyada yaşarlar.

Genel olarak yaşamı “acı ve ıstırap” dolu bir yer olarak gören Schopenhauer’a göre çocuklar da yetişkinler gibi yaşamın zorluklarına ve acısına maruz kalmaktadır.

Schopenhauer, çocukların, bu dünyanın bir parçası olarak, aynı temel acıları deneyimlediğini Hayatın Anlamı adlı eserinde şöyle aktarmış:

“Şu çocuk dünyaya getirme işi şimdi olduğu gibi bir zorunluluk veya bedensel zevkin eşlik ettiği bir şey değil de tamamen düşünüp taşınarak akılla yapılan bir iş olsaydı acaba insan soyu gerçekten varlığını sürdürmek ister miydi? Bir insan gelecek nesle onu hayat yükünden kurtaracak kadar şefkat ve merhamet beslemez miydi? Ya da böyle bir yükü onun üzerine yükleme sorumluluğunu soğukkanlılıkla üstlenmeyi istemeyecek kadar ona yakınlık duymaz mıydı?

Dünya bir cehennemden farksızdır ve onun içinde bir taraftan insanlar, diğer taraftan iblisler azap ve işkence gören ruhlardır.”

 

schopenhauer-cocuk

 

“Gençliğimizin başlarında hayatımızın geleceğini düşünürken perde açılmazdan evvel bir tiyatronun önündeoturan ve büyük bir mutluluk, heyecan ve istekle başlayacak oyunu bekleyen çocuklara benzeriz. Perde açıldığında olacakları bilmemek bir bahtiyarlıktır. Eğer olacak olanları önceden görebilseydik, o çocuklar bize zaman zaman masum mahpuslar gibi görünebilirdi – doğru, ölüme değil ama hayata mahkum edilmiş ve hala bu mahkumiyetlerinin ne anlama geldiğinin farkında olmayan mahkümlar. Böyleyken yine de her insan ihtiyarlıkyaşiarına ulaşmayı ister, yani bir hayat durumuna ki,”Bugün kötü, yarın daha da kötü olacak ve hepsinin en kötüsü gelip çatıncaya kadar böyle devam edecek”den başka söylenecek söz yoktur hakkında.”

 

arthur-schopenhauer-cocuk

“İsteme ve Tasarım Olarak Dünya” (1818) adlı kitabında biyolojik dürtülerin muhakemeyi geçersiz kılarak insanları kandırıp gelecek nesli dünyaya getirmelerini sağladığını şu cümlelerle belirtmiş:

“Eşeysel dürtüyü doyurmak için yapılan bu uyanık, sakınımlı, kaprisli özel seçimde gelecek kuşak şimdiden ayaktadır. -Biz bu seçime sevi diyoruz. İki sevgili arasındaki artıp duran sevgi, gerçekte gelecekteki bireyin daha şimdiden yaşamak istemesidir. Sevgililer bu yeni bireyi dünyaya getirebilirler, getirmek de isterler. Gözleri özlemle buluştuğu andan başlayarak yeni bir yaşamın ateşi yakılır. O kendisini gelecekteki uyumlu, iyice bütünlüklü bu birey olarak yaşamak için gerçek bir birliğe, eriyip birleşmeye özlem duyarlar. Bu özlem, dünyaya getirdikleri çocukta doyurulur. Bu çocukta ana babadan geçenler eriyip bir varlıkta bir olmuşlardır. Onlar böylece yaşamayı sürdürür.”

İntihar etmeyi düşünen ebeveynlerin çocuklarını öldürmesini sapkınlık olarak tanımlayan Schopenhauer adı geçen eserinde şu ifadeleri kullanmış:

“… İntihar olaylarının ara ara çocuklara uzandığı iyi bilinir. baba ilkin çok sevdiği çocuklarını sonra da kendini öldürür. Şimdi bu durumu göz önüne alalım. Vicdan, din, benimsenen bütün kavramlar ona cinayeti en büyük suç saçmayı öğretir. Oysa intihar eden, ortada akla yatkın bencilce bir devindirici olmaksızın tam da ölüm saatinde bu suçu işler. O zaman bu eylam ancak aşağıdaki gibi açıklanabilir: Burada bireyin istemesi kendini doğrudan çocuklarda tanır. Bununla birlikte görüngüye kendinde şey diye bakma yanılsaması onun gözünü karartır, aynı zamanda yaşamın tümündeki acı konusundaki içgörüsünden derinden etkilenir. Böylece görüngüyle birlikte kendinde şeye de son verdiğini kafasında canlandırır. Bu yüzden hem kendini hem de çocukları yaşamdan, yaşamın acılarından kurtarmayı amaçlar. O, çocuklarda kendini bütünüyle görmektedir.

Birinin gönüllü erden aracılığıyla başarılanın aynısını, doğanın üreme amacını boşa çıkararak gerçekleştirebileceğini varsaymak kesinlikle buna koşut bir sapkınlık olurdu. Ana babaların yaşamın kaçınılmaz acısını göz önüne alarak, yaşama uğraşma yeni başlayanların yaşamını korumak için ellerinden geleni yapmak yerine yeni doğan çocuklarını yok etmeyi yeğlemesi de buna benzer bir sapkınlık olurdu. Çünkü yaşama isteği varsa – o tek gerçeklik ya da kendinde şey olduğundan- fiziksel güçle kınlamaz. …”

 

Anti-natalist tutumun bahsi geçmişken:

Gülen Adam adlı filmde Kemal Sunal’ın canlandırdığı, gülerek doğan ve her olaya da gülerek tepki veren Yusuf karakterinin, çocuğu dünyaya gelince “onu dünyaya getirmeye hakkımız yoktu” diyerek ağladığı sahneyle yazıyı sonlandıralım:

 


 

Yorumunuzu yazınız...