Edward W. Said’in Güney Lübnan Sınırında İsrailli Askerlere Taş Attığı ve Bu Hareketinin Nedenine Yönelik Soruya “Çocuğum Bir Gün Bana, ‘Baba Savaşta Ne Yaptın?’ Diye Sorarsa, ‘Alçaklığa, Haksızlığa Taş Attım’ Diyeceğim” Yanıtını Verdiği İddiası Gerçeği Yansıtmıyor

Yanlış İddia

 

Bugün, zihinlere kazınmış, hakkında çokça yazılıp çizilmiş, “terör eylemi” manşetiyle dünya kamuoyuna sunulmuş bir fotoğrafın hikâyesine değinerek Edward Wadie Said (1935-2003) ile ilgili bir iddiaya değinmeye çalışacağız.

Edward W. Said’in taş atarken görüntülendiği bir fotoğrafla birlikte, İsrail tarafına attığı taşın nedeni sorulduğunda “çocuğum bir gün bana, ‘baba savaşta ne yaptın’ diye sorarsa, alçaklığa, haksızlığa taş attım diyeceğim” yanıtını verdiği öne sürülmüştü.

 

edward said israil taş

 

İddiayı içeren paylaşımlardan örnekleri sunacak olursak:

“Edward Said’e, İsrail tarafına neden taş attığı sorulduğunda “çocuğum bir gün bana, ‘baba savaşta ne yaptın’ diye sorarsa, alçaklığa, haksızlığa taş attım diyeceğim” demişti. Haksızlığa, alçaklığa itiraz edenler oldukça, ezilenin taşı, zalimin başından eksik olmaz.”

 

edward w said israil tarafına taş

 

filistinli çocuklarla birlikte israil tanklarına attığı taşlar için ellerine, şu sözleri için de ağzına sağlık:

 

“liberal entelektüellerin hemen her zaman yaptıkları gibi, her iki tarafın da doğruları ve yanlışları olduğunu ileri sürmek ya da her durumun kendine özgü koşulları olduğunu söylemek, meseleyi sümen altı etmek demektir. çünkü, filistin-israil meselesinin temelinde asimetri vardır. toprakları işgal edilmiş, savunmasız bir halkın karşısında, dev bir yüksek-teknoloji ordusu. israillilerin filistinlilere verdikleri zararla karşılaştırıldığında, filistinlilerin israillilere verdiği zarar marjinaldir.”

 

edward said israil tanklarına taş

 

“edward wadie said, 2000 senesinde lübnan sınırında israil askerlerine taş attığında siyonist lobilerce eleştirilmenin ötesinde, baskılara ve tehditlere maruz kalmış ve üniversiteden atılması talep edilmişti. bugün israil çetesinin gazze’ye revâ gördüğü devlet terörünü ve aynı çetenin tahammüden işlediği cinayetleri gördükçe; edward amca’ya yine dualar yolladım. rahmet istedi belli ki. bu coğrafya senin kadar yakışıklısını görmedi. attığın taşa kurban olayım. o elindeki taş ben olayım.”

 

edward wadie said

 

“Edward Said 2000 yılında Lübnan sınırından işgalcilere taş atarken. Bunun ardından siyonistler yine en iyi bildikleri şey ile ‘anti-semitik’ olmakla suçladılar.”

 

edward wadie said israile taş

 

Geçtiğimiz hafta yitirdiğimiz ünlü tarihçi Mehmet Genç “Kendimizi yüceltmek için değil, düzeltmek için tarih bilmeliyiz” der. Hamasete alet edilen bir fotoğrafın hakikatini bulmaya çalışarak yakın tarihimizin efsaneleşen görüntüsünü irdeleyelim.

Tarihler 3 Temmuz 2000’i gösterdiğinde Fransız haber ajansı olan Agence France-Presse’den bir fotoğrafçı, Said’i Lübnan sınırını ziyaret ederken Lübnan-İsrail tel örgü sınırında fotoğraflamıştı. Dünya gündemine düşen, Filistin asıllı entelektüel Edward Said’in taş atma anının fotoğrafı, İsrail askerlerini hedef alan bir terör eylemi olarak haberleştirilmişti.

Fotoğrafla ilgili haberlerin ardından Edward Said, üniversitedeki görevinin sonlandırılması gerektiğini belirten kitlelerin varlığıyla Amerika’da ciddi bir baskıya maruz kalmıştı. Bununla beraber bu haber, Filistin meselesine duyarlı bizim gibi Müslüman toplumlardaki kimi çevrelerce Edward Said’in efsaneleşen bir karaktere dönüşmesine sebep olmuştu.

İsrail’in en eski günlük gazetesi olan Ha’aretz’den Ari Shavit’in Edward Said’le yaptığı söyleşide Said kendisine yöneltilen soruları içtenlikle cevaplamıştı. Edward Said’i“etrafına yaydığı imajla hem bir mülteci hem bir aristokrat, hem bir yıkıcı hem bir muhafazakâr, hem bir edebiyatçı hem bir propagandist, hem Avrupalı hem de Akdenizli” olarak tanımlayan Ari Shavit’in ilk sorusu İsrail sınırına taş atma üzerineydi (Edward Said (2002). Yeni Binyılda Filistin Sorunu (söyleşi ve gazete yazıları). çev: Ahmet Cüneyt, Ali Kerem, Nuri Ersoy. İstanbul: Aram Yayınları).

 

edward said söyleşi

 

edward said söyleşisi

 

Yöneltilen soru ve Edward Said’in yanıtı şu şekildeydi (Edward Said olayın geçtiği günü ayrıntılarıyla anlatırken vurgu yaptığı nokta önemlidir (Dönüş Hakkım. Söyleşi. Ari Shavit, Ha’aretz, 18 Ağustos 2000)):

“Pek çok İsrailli ve yalnızca İsrailliler değil başkaları da, sizin gibi seçkin bir akademisyenin Lübnan sınırında İsrail ordu birliklerine taş attığınızı duyduklarında şaşkına döndüler. İsrail birlikleri Güney Lübnan’dan zorunlu olarak çekildikten sonra sizi bu kadar sıra dışı bir eyleme iten neydi?”

“Bir yaz ziyareti için Lübnan’daydım. İki seminer verdim ve ailem ve arkadaşlarla birlikte oldum. Ardından oldukça etkileyici bir insan olarak gördüğüm Hizbullah’In manevi lideri Şeyh Hasan Nasrallah ile buluştum. Çok sade bir adam, oldukça genç, kesinlikle zırvalamıyor. İsrail’e karşı, Vietnamlıların Amerikalılara karşı geliştirdikleri türden bir strateji uygulamış: Onlarla savaşamayız çünkü orduları, donanmaları ve nükleer seçenekleri var, o halde yapabileceğimiz tek şey ölümü enselerinde hissettirmek. Ve tam olarak da yaptığı da bu. Yaptığımız bu tek konuşma sırasında, Ortadoğu’da tanıdığım tüm politik liderler arasında bir tek onun doğru bir zamanlamaya sahip olması ve etrafında kalaşnikof sallayan kimselerin bulunmayışı gerçeği beni etkilemişti. Filistin hakları ilan edilinceye kadar Oslo Anlaşması’nın tamamen bir perişanlık olduğu hususunda anlaştık. Ardından bana güneye gitmem gerektiğini söyledi ve ben de birkaç gün sonra öyle yaptım.

 

Dokuz kişiydik. Oğlum ve nişanlısı, kızım ve arkadaşı, ben ve birkaç kişi daha ve Lübnan direnişinde yer almış bir rehber. Önce Khiam zindanlarına gittik. Burası bizim üzerimizde çok güçlü bir etki yarattı. Hayatımda pek çok rahatsız edici görüntüye tanık oldum ama bu muhtemelen en kötüsüydü. Tecrit hücreleri, işkence odaları. İşkence aletleri, kullandıkları elektrikli sondalar hâlâ oradaydı. Her yere insan dışkısı ve işkencenin kokusu sinmişti. Sözcükler dehşeti anlatmakta yetersiz kalır, o kadar ki kızım orada hıçkırarak ağlamaya başladı.

 

Ardından doğru sınıra, Bab el Fatma, yani Fatma’nın Kapısı olarak adlandırılan, yüzlerce turistin dikenli tel yığınlarıyla yüz yüze kaldıkları yere gittik. 200 metre aşağıda yine dikenli tellerle çevrili bir gözetleme kulesi vardı. Tahminen kulenin içerisinde İsrailli askerler bulunuyordu ama onları görmedim. Oldukça uzaktı.

 

Tüm bu olan bitenler arasında benim en fazla teessüf ettiğim, durumun komik tarafının anlaşılmaması. Varsayım şu: Ben birilerine taş atmışım. Ama orada kimse yoktu. Ve aslında benim oğlum ve oradaki gençlerden bazıları taşı kim uzağa atacak diye yarışıyorlardı. Benim oğlum görece daha iri yarı olduğundan -kendisi beyzbol oynayan bir Amerikalıdır- taşı en uzağa o fırlattı. Sonra kızım bana ‘Baba sen Waida kadar uzağa atabilir misin?’ diye sorunca tabii o bildik türden ödipal rekabeti canlandırdı. Sonra bir taş aldım ve fırlattım.

 

Bahse konu söyleşinin bahse konu bölümünün İngilizce orijinali şu şekildeydi:

“I was in Lebanon for a summer visit. I gave two lectures and stayed with family and friends. Then I had a meeting with [Hezbollah spiritual leader] Sheikh [Hassan] Nasrallah, whom I found to be a remarkably impressive man. A very simple man, quite young, absolutely no bullshit. A man who adopted a strategy toward Israel quite similar to that of the Vietnamese against the Americans: We cannot fight them because they have an army, a navy and a nuclear option, so the only way we can do it is to make them feel it in body bags. And that’s exactly what he did. In the one conversation that we had, I was impressed by the fact that among all the political leaders I met in the Middle East, he alone was precisely on time, and there were no people around him waving Kalashnikovs. We agreed that as far as reclaiming Palestinian rights, the Oslo accord was a total mess. And then he told me that I must go down south, and so I did, a few days later.”

 

“There were nine of us. My son and his fiancee, my daughter and her friend, myself and a few others, and a guide from the Lebanese resistance. First we went to Khiam prison, which made a very strong impression on us. I’ve seen a lot of unpleasant sights in my life, but this was probably the
worst. The solitary confinement cells, the torture chambers. The instruments of torture were still there, the electrical probes they used. And the place just reeked of human excrement and abuse. Words cannot express the horror, so much so that my daughter started crying, sobbing.”

 

“From there we went straight to the border, to a place called
Bab-el-Fatma, Fatma’s Gate, where hundreds of tourists faced an enormous amount of barbed wire. About 200 meters further down stands a watchtower, also surrounded by barbed wire and concrete. Presumably, inside the tower were Israeli soldiers, but I didn’t see them. It was quite far.”

 

“What I regret in all this is that the comic quality of the situation did not come out. The assumption was that I was throwing stones at someone. But there was nobody there. And in fact what happened was that my son and some of the other young men were trying to see who could throw stones furthest. And since my son is a rather big fellow – he is an American who plays baseball – he threw furthest. My daughter said to me, ‘Daddy can you throw a stone as far as Wadia?’ and that of course stirred the usual kind of oedipal competition. So I picked up a stone and threw it.”

 

Güney Lübnan’daki İsrail işgalinin sona ermesinin hemen ardından kurtuluşu kutlamak için yapılan bu eylem aynı zamanda “İsraillilerin reddedilişi”ni göstermek, onları kovmuş olmanın yarattığı duyguyla yapılmıştı. Fakat taşlar askerlere yönelmiş fiili bir saldırı şeklinde değil, boşaltılmış sınırda bir kutlama merasimi şeklinde atılmıştı.

 

edward w said israil taş

 

Can Bahadır Yüce’nin 10. ölüm yıldönümü için Edward Said’in kızı Najla Said’le yaptığı söyleşide, Najla Said babasının taş attığı ünlü fotoğrafın hikâyesini anlatmıştı:

“Haziran 2000’de ailece Lübnan’ın güneyini ziyaret etmiştik. 25 yıllık işgalden sonra İsrailliler o bölgeden yeni çekilmişlerdi. Güney Lübnan’ın bağımsızlığını sembolik bir şekilde kutlamak için insanların (Lübnan’da) terk edilmiş bir İsrail kontrol kulesini taşlayabildikleri bir yer vardı. Babam ve ağabeyim kimin daha iyi taş fırlatabileceği konusunda bir yarışa girdi (bu elbette taşları niyetlenen amaçla atmıyorlardı anlamına gelmez, çünkü o niyetle atıyorlardı ama orada kimse yoktu). Sonra bir fotoğrafçı o ânı yakaladı ve fotoğrafı bir basın ajansına sattı. Üç saat içinde fotoğraf, babamın “İsrailli askerlere” taş attığı şeklinde yanlış bir altyazıyla birlikte bütün internet sitelerindeydi, belli başlı gazetelerin manşetlerinde yer aldı. Olay tamamen son derece gülünç ve saçmaydı.”

Najla Said “İsrail tarafına taş atma” mevzusundan Looking for Palestine adlı anı kitabında da bu şekilde bahsetmiştir.

Edward Said’i İsrail tarafına taş atarken gösteren fotoğrafın yayımlanmasının ardından, Columbia Üniversitesi’nde Yahudi öğrenci birlikleri, Said’in görevden uzaklaştırılması talebinde bulunmuştu. 18 Ekim 2000 tarihinde Columbia Üniversitesi adına Rektör Jonathan R. Cole resmî bir açıklama kaleme almıştı. Bu açıklamasında Said’in attığı taşın belli bir insana yönelmediği için herhangi bir tehdit içermediğinden” söz eden Rektör Cole, fikir özgürlüğü bağlamında akademisyenleri hakkında hiçbir işlem yapmayacaklarını belirtmişti.

“Bu yazı, Columbia Üniversitesi Öğrenci Konseyi’nin, Profesör Edward Said hakkında bir süredir kampüs içinde yürütülen tartışma hakkında yönetimin tavrını ifade etmesi isteğine ProvostRupp ve kendi adıma vereceğim yanıttır. Bugüne kadar böyle bir yanıt vermek konusunda pek gönüllü değildim. Çünkü bu tartışmanın başından bu yana, Columbia’nın sahip çıktığı değerlerin iyi bilindiğine, sarih olduğuna ve yeniden teyidinin de gereksizliğine inanıyordum.

 

Ne var ki, bu yazıyı yazacağım, çünkü büyük bir üniversitenin varlık koşulu olan temel ilkeleri hafızalarda tazelemenin yarar getireceği zamanlar olur ve sanırım bu da öyle bir zaman. 

 

Fakülte üyelerinin sahip olduğu haklar ve güvenceler üniversite yönetmeliğinin, Columbia’daki ‘akademik özgürlüğün’ ele alındığı 70. maddesinde ifade edilir. Şöyle ki: 


‘Akademik özgürlükten kasıt, bütün öğretim görevlilerinin, sınıflarında konularını tartışırken özgür olmalarıdır; bu özgürlük, araştırma ve bu araştırmaların sonuçlarını yayımlama özgürlüğünü de içerir. Öğretim görevlileri fikirlerini ifade etmelerinden veya özel ya da kamusal alanda kurdukları ilişkilerden dolayı üniversite tarafından cezalandırılmaz; ancak akademik konumlarından kaynaklı özel yükümlülükleri olduğunu da anımsamalıdırlar.’

 

Said’in faaliyetleri de, diğer öğretim görevlileri gibi, bu akademik özgürlük ilkeleriyle güvence altındadır. Columbia’da bir ifade yasası olduğuna inanmadığımız gibi, ifade polisi gibi davranmayı da reddederiz. Şimdi Said’in bir ülke sınırının ötesine taş attığı şu ünlü fotoğrafa gelirsek: Bildiğime göre taş belirli bir insana yöneltilmiş değil; herhangi bir yasa ihlal edilmiş değil; bu konuda herhangi bir dava açılmış değil; Said aleyhine herhangi bir cezai veya sivil girişimde bulunulmuş da değil. Elimizde söylenti nevinden, kulaktan dolma bilgiler ve bir dizi iddialar var; ki bunlar Said tarafından kendi ifadesinde reddedilmiştir. 


Said’in güvence altında tutulan türden bir ‘fikir beyanı ve ilişki’ ile iştigal halinde olduğuna inansak da inanmasak da, ortada üniversitenin el atmasını gerektiren bir durum yoktur. Kaldı ki, hakkında ABD’de veya başka bir ülkede dava açılmış olsaydı bile, üniversitenin kendi kuralları itibarıyla Said’in cezalandırılması söz konusu olmayabilirdi. Kısacası, üniversite, bir görevlisinin fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına karşı, bunlar yargının alanına girse bile müdahale etmeyebilir. Karşılığı, hal ve şartlar belirler. 

 

Aynısı öğrencilerimiz için de geçerlidir. Mesele eğer gerçekten de bir sınırdan öteye, açıkça kimseyi tehdit etmeyen bir taş fırlatmaksa, bunu iyisi mi bir kenara bırakalım. Ancak aslında tartışma, bir taş fırlatmaktan ziyade, üniversitenin yapısına-bünyesine ilişkin daha esaslı başka bir şeye işaret ediyor. Çünkü bana öyle geliyor ki, Said’in gayet iyi bilinen siyasi görüşleriyle, bu tartışmanın bu kadar hararetli ve bitmek bilmez bir hal alması arasında bir bağ var. İşte  bu bağdır ki, büyük bir üniversitedeki temel değerlerin tam kalbine değiniyor.” 

 

Vakaya ilişkin demeçler incelendiğinde, Edward W. Said’in İsrail tarafına taş atma nedeni için “çocuğum bir gün bana, ‘baba savaşta ne yaptın’ diye sorarsa, alçaklığa, haksızlığa taş attım diyeceğim” şeklinde bir ifade kullandığına dair bir kayda rastlanamamaktadır. Said’in ve kızının beyanı, bahse konu fotoğrafın boş bir alana doğru taş atma yarışması anında çekildiği yönündedir.

 

edward w said

 

Yersiz Yurtsuz adlı otobiyografik kitabında Edward Said, “Otuz yedi yıldır New York’ta yaşıyorum, karaya tutunabildim, ama bunca yıl sonra yerinden edilmişlik neden hâlâ içimi kemirmeye devam ediyor?” diye Kudüs’ten yollanmasının üzerinden yarım asır geçmesine rağmen sürgünlüğünü hâlâ sorgularken tüm hayatı boyunca dillendirdiği Filistin meselesinden etkilenmediğini, sürgün bir yaşamı “hayatının en yıkıcı deneyimi” olarak tanımlayan bir yazarın buna bigane kaldığını söyleyemeyiz. Edebî çalışmalarıyla beraber fikirleriyle çağımızın düşünürlerini çok fazla etkilemiş bir entelektüel olan Edward Said, hayatını Filistin mücadelesi hakkında düşünmeye, yazmaya ve fikir üretmeye adamıştır.

Peki, Edward Said o taşı gerçekten İsrail askerlerine atar mıydı? Yoksa tehdit ve baskılara maruz kaldığı için mi böyle bir beyanda bulundu?

Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat adlı deneme kitabında Edward Said özelinde sürgünün “Kayıp mı? İmkan mı?” olduğu sorusu üzerinde yoğunlaşarak onun düşünce dünyasındaki gelgitleri yorumlar. Edward Said Yersiz Yurtsuz’da kendisine dair durumları samimiyetle ifade ederken bir tavrın altını çizer. “Topluluğa duyulan kör sadakat ile kişiyi yalnızlaştıran entelektüel duruş arasında bir seçim yapmak gerektiğinde ikincisini seçeceğim” derken aslında o taşı İsrail askerlerine atmayacak biri olduğunu tüm yazın hayatı boyunca göstermiştir.

 

Mahmud Derviş’in Edward Said’in ölümü sonrası yazdığı şiirle yazıyı sonlandıralım…

 

Kontrpuan-Elveda Edward

Edward Said için…

New York/Kasım/FifthAvenue

 

Orada, gökyüzü gibi yüksek,

elektrikten bir uçurumun kapısında,

buluştuk Edward ile,

otuz yıl önce, daha az vahşiydi zaman o günlerde…

 

Dedik her ikimiz:

Eğer geçmiş yalnız bir tecrübeyse,

yap gelecekten bir anlam ve bir ufuk.

Gel gidelim, gel gidelim geleceğe, güvenerek

tahayyülün içtenliğine ve çimenin mucizesine.

 

Yürür rüzgar üstünde ve rüzgar içinde

bilir kendini. Yoktur tavanı rüzgarın,

yoktur hiçbir ev, rüzgar için. Pusuladır

rüzgar, yabancının Kuzey’inin.

Der: Oradanım ben, buradanım ben,

fakat ne oradayım ne de burada.

İki ismim var buluşan ve ayrılan…

İki dilim var, fakat unuttum çoktan

hangisinin rüyalarımın dili olduğunu.

Bir İngilizce dilim var, yazmak için,

bol cümleler üreten,

ve bir dilim var içinde Cennet ile

Kudüs’ün, bir gümüş ahenkle muhabbetle bulunduğu,

fakat tahayyülüme ürün vermediği.

 

Kimlikten ne haber? Diye sordum.

Dedi: Meşru müdafadır o …

Doğumun çocuğudur kimlik, fakat

sonuçta, kendi kendinin keşfidir, ve

değildir geçmişten kalan bir miras.

Ben çoğulum.

İçimde sürekli yeni bir iç. Ve

kurban sorununa aitim ben. Oradan

olmasaydım, eğitir olurdum kalbimi

orada, mecazın karacalarını beslemeyi.

Bu nedenle, taşı anayurdunu her nereye

gidersen, ve ol bir narsist

eğer gerekliyse.

Sürgündür dış dünya,

Sürgündür içi dünya.

Ve nesin sen ikisi arsında?

 

Bana gelince, bilmiyorum ben,

kaybetmeyeceğim onu bu nedenle. Ben

ne isem oyum.

Ben kendi diğerimim, bir ikilik,

yankılama kazanan konuşma ile jest arasında.

Şiir yazmak durumunda olsaydım, şöyle

söyler olacaktım:

Ben ikiyim bir içinde ,

bir kırlangıcım kanatları gibi,

memnun olan iyi kehanet getirmekten,

bahar geciktiğinde.

 

Sever bir ülkeyi ve ayrılır.

(İmkansız çok mu uzakta?)

Sever bilinmeyen şeylere doğru ayrılmayı..

Özgürce yolculuk yaparak kültürler arasında,

hani şu insani özün peşinde olanların, ve

bulabilir bir alan herkesin oturabileceği…

Bir kenar ilerler burada. Ya da bir Merkez

çekilir geri. Doğu’nun tam anlamıyla

doğu olmadığı, ve Batı’nın tam anlamıyla

Batı olmadığı yere,

kimliğin çoğulculuğa açık olduğu,

bir kale ya da bir siper olmadığı yere.

Elveda, elveda acının şiiri.

Mahmut Derviş – 2005

 

edward said israil taş

 

Yorumunuzu yazınız...