Cemil Kılıç, 6 Haziran 2022 günü Twitter hesabından yaptığı paylaşımda “Tarihin en büyük İslam bilginlerinden biri de Atatürk’tür. Bu nedenle Atatürk karşıtlığı İslam karşıtlığıdır.” ifadelerini kullanmıştı.

Tarihin en büyük İslam bilginlerinden biri de Atatürk’tür. Cumhuriyet devrimi de onun öncülüğünde gerçekleşen İslam’ın eşsiz bir yenilenme devinimidir. Bu nedenle Atatürk karşıtlığı doğrudan doğruya İslam karşıtlığıdır.” ifadelerini içeren Cemil Kılıç’ın bu paylaşımı haber sitelerinde ve sosyal medyada “Atatürkçü İlahiyatçı Cemil Kılıç Atatürk’ün büyük sırrını açıkladı” başlığıyla aktarılmıştı.

Bazı sosyal medya kullanıcıları tarafından bu paylaşımının tepkiyle karşılanmasının ardından Kılıç, “Bunlar Pakistanlı İslam düşünürü ve Pakistan milli şairi Muhammed İkbbal’in düşünceleri… Beyinsizler hemen bana saldırmaya başladı.” ve “1938’de söyledi. Devrimler yapıldıktan sonra…” yanıtlarını vermişti.

 

cemil kilic ataturk islam bilgini

 

Her ne kadar Cemil Kılıç, paylaştığı ifadelerin kendisine değil aslında Muhammed İkbal’e ait olduğunu belirtse de İkbal’in Atatürk için “İslâm bilgini” tanımını kullandığına ya da “Atatürk karşıtlığının İslam karşılığı olduğu” yorumunda bulunduğuna dair bir emare bulunmuyor. Atatürk’e hayranlığını dile getiren Muhammed İkbal‘in bazı inkılâplara yönelik eleştiride bulunduğu biliniyor.

 

muhammedikbal
Muhammed İkbal

 

“Özgür Pakistan’ın” fikir babası olarak nitelenen Pakistanlı İslam alimi, şair, filozof ve politikacı Muhammed İkbal için “Pakistan’ın Millî Şairi” ve “Pakistan’ın Mehmet Âkif’i” gibi tanımlar kullanılmaktadır (İsa Çelik (2004). “Çağdaş İki İslâm Şairi: Muhammed İkbal ve Mehmed Âkif“. Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi. Sayı: 22. Erzurum).

 

muhammed ikbal

 

Muhammed İkbal (9 Kasım 1877 – 21 Nisan 1938) Muhammed İkbal, Mustafa Kemal Atatürk’e ve Mevlânâ Celaleddin Rumî’ye duyduğu hayranlığını eserlerinde ve konuşmalarında dile getirmişti (Abdulkadir Karahan (1981). “Dr. Muhammed İkbal’in Türkiye ve Atatürk Hayranlığı”. Doğumunun 100. Yılında Atatatürk’e Armağan. İstanbul).

İkbal, Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde yürütülen İstiklâl Mücadelesini Hindistan Müslümanlarına örnek gösteren yazılar ve şiirler kaleme almıştır. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla bağımsızlığımızın ilân edilmesiyle birlikte Muhammed İkbal, kendini dünyanın en bahtiyar insanı saymıştır. İkbal’e göre Türk kardeşlerinin yeniden hürriyet ve istiklâllerini kazanmaları, istiklâl ve hürriyetlerinden mahrum bütün Şark milletleri için bir kurtuluş ve feyz kaynağı olacaktı (Mehmet Saray (1995). Atatürk ve Türk Dünyası. Türk Tarih Kurumu. Sf: 45-46).

1921 yılında Kurban Bayramı namazı için 250 bin kişinin toplandığı Lahor’daki tarihî Badşahi Camii’nde Muhammed İkbal yaptığı uzun bir konuşmada şu ifadeleri kullanmıştı (N. Ahmet Asrar. “İki Halk Kahramanı M. Kemal Atatürk ve M. Ali Cinnah“. I. Uluslararası Atatürk ve Türk Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri):

“Dua edelim kardeşler, o bayrak o burçlardan kıyamete kadar düşmesin. İslâm’ın güneşi kararmasın. Allah, Müslümanları Hıristiyanlara karşı savunan Büyük Lider Mustafa Kemal’e yardım etsin. İslâm’ın son askerlerini muzaffer kılsın.”

 

Milli Mücadele esnasında eserleriyle, konuşmalarıyla Mustafa Kemal Atatürk’e hayranlığını ifade eden Muhammed İkbal’in 1922 yılı Temmuz  ayında yazdığı Farsça eseri “Doğu’dan Mesaj”da yer alan “Mustafa Kemal Paşa’ya Sesleniş” başlıklı şiiri şu şekildeydi:

Bir millet var… biz onun varlığı ile ulaştık

İlâhi Kanunların gizli gerçeklerine.

Bir bakışla yön verdi bizlere… dağlar aştık.

Dünya güneşi olduk, bir kıvılcım yerine…

 

Aşk mı vefasız bize. Neden gönlümüz küllük.

Kusurlarımız mı çok. Küçüldükçe küçüldük…

Rüzgarlar! Çölden esin! Bize yaraşır matem…

Meltemin nefesinde aşan her gonca, elem.

 

“Ah” oldu kubbemizde nağmelenen ezanlar…

Bir inilti gibiyiz … Nerede o borazanlar.

Bir zamanlar avları taşırdı atlarımız…

Şimdi avlanan biziz… kırık pusatlarımız.

 

Koş Mustafa Kemal. Koş, atın çatlayana dek…

Bizi tedbir mat etti… sana tedbir ne gerek…

 

İkbal, Anadolu’da elde edilen zaferi “İslâm’ın Doğuşu” (“Tulû İslâm”) adlı manzumesinde övgülerle kutlamıştı (Mustafa Sarper Alap (2013). “Türklerin Unutulmayan Dostu Muhammed İkbal”. International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic. Volume 8/9. Summer 2013):

“Kölelikte ne kılıçların ne de planların hiçbir kıymeti yoktur,
Fakat imanın şevki tutuştuğu zaman, bütün zincirler parça parça olur.
Ancak sarsılmayan bir iman, devamlı faaliyet ve aşk, bu dünyayı fethedebilir.
İnsanın hayat mücadelesindeki kılıçlar bunlardır!
Osmanlıların üzerine bir keder dağı yıkılmışsa sen hiç üzülme,
Çünkü şafak yüz bin yıldızın kanı dökülmeden sökmez!”

 

İkbal, 1930’da yayımladığı “İslamda Dini Düşüncenin Yeniden İnşası” (“The Reconstruction of Religious Thought in İslam”) adlı kitabında, Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine geçişte siyasi ve hukuki yapıdaki değişiklikleri müzakere etmiş ve şu ifadeleri kullanmıştı (Bu noktada İkbal’in din ve devlet ayrımını desteklemediğini vurgulamakta fayda var) (2017. Timaş Yayınları. 6. Baskı. İstanbul. Çeviri: Rahim Acar):

“Şimdi de size Türkiye’deki dini-siyasi düşünce hakkında bir fikir vermeye girişeceğim; böylece o ülkedeki yeni düşüncede ve faaliyette içtihad gücünün nasıl tezahür ettiği görülecektir. Kısa bir zaman önce Türkiye’de milliyetçi grup (Nationalist Party) ve muhafazakar-gelenekçi grup (Party of Religious Reform) tarafından temsil edilen iki ana düşünce hattı vardı. Milliyetçi grubun en önemli ilgi odağı din değil devlet idi. Bu düşünceye göre, dinin bizatihi bağımsız bir işlevi yoktur. Devlet milletin hayatındaki zati etkendir, diğer bütün etkenlerin hususiyetini ve işlevini tayin eder. Dolayısıyla bunlar devletin ve dinin işlevi hakkındaki eski fikirleri reddeder ve kilise ve devlet ayırımını vurgular. imdi dini-siyasi bir sistem olarak İslam’ın yapısı, şüphesiz ki böyle bir görüşe izin verir, her ne kadar ben şahsen devlet fikrinin hakim fikir olup İslam sisteminde tecessüm eden diğer bütün fikirleri yönettiğini farz etmenin bir yanlış olduğunu düşünsem de. İslam’da manevi olanla zamansal olan iki ayrı alan değildir. Ve bir fiilin anlamı ne kadar din-dışı olursa olsun, onun tabiatı onu yapan failin zihinsel tavrı tarafından tayin edilir. Onun husüsiyetini nihai olarak tayin eden şey, o fiilin görünmeyen zihinsel arka-zeminidir. Bir fiil eğer onun gerisindeki hayatın sonsuz karmaşıklığından koparılmış bir halet-i ruhiyeyle yapılmışsa o fiil zamansal ve din-dışıdır, ama eğer o karmaşıklıktan ilham almışsa, o fiil manevidir. İslam’da aynı gerçeklik bir görüş noktasından bakarsanız kilisedir (church) [dini kurumdur], başka bir noktadan bakarsanız devlettir. Kilisenin ve devletin aynı şeyin iki tarafı veya yüzü olduğunu söylemek doğru değildir. İslam tahlil edilemez yekpare (single) bir gerçekliktir, görüş noktanızın durumuna göre ya şudur ya da bu. Bu nokta son derece geniş kapsamlıdır ve onu kapsamlıca izah etmek fazlasıyla felsefi bir müzakereye dalmamızı gerektirecektir. Bu kadim hatanın insanın birliğinin -birbiriyle bir irtibat noktası bulunan fakat özü itibariyle birbirine zıt olan- birbirinden farklı ve ayrı iki gerçekliğe ayrılmasından doğduğunu söylemekle yetinelim. Ancak hakikat şudur ki, madde mekan-zaman bağlarındaki ruhtur. İnsan denen birlik, harici dünya dediğimiz şeye nispetle fiil yapması bakımından değerlendirdiğimizde, bedendir; nihai amaca göre fiil yapması ve böyle bir fiilin ideali bakımından değerlendirdiğimizde, o zihindir veya ruhtur. Hayata uygulanacak bir fikir olarak “tevhid”in özü, eşitliktir, dayanışmadır ve özgürlüktür. İslami bakış açısından devlet, bu ideal ilkeleri mekan-zaman güçlerine dönüştürme gayretidir, onları belli bir insani organizasyonda gerçekleştirme arzusudur. İşte sadece bu anlamda, İslam’da devlet bir teokrasidir, Tanrı’nın yeryüzündeki bir temsilcisi -bu temsilci kendi despotik iradesini, her zaman sözde yanılmazlığının arkasına gizleyebilecektir- tarafından yönetilmiş olma anlamında değil. İslam’ı eleştirenler bu önemli değerlendirmeyi gözden kaçırmıştır. Kur’an’da belirtildiğine göre, nihai Gerçeklik manevidir ve onun hayatı onun zamansal faaliyetinde ifadesini bulur. Ruh, tabii, maddi ve din-dışı olanda kendi fırsatlarını bulur. Dolayısıyla, din-dışı olan her şey, varlığının kökeninde kutsaldır. Modern düşüncenin İslam’a, aslında bir bütün olarak dine, yaptığı en büyük hizmet, onun maddi veya tabii dediğimiz şeyi eleştirmesindedir. Bu eleştiri, maddi olanın manevi olandaki kökünü keşfedinceye kadar onun kendi başına bir cevherinin olmadığını ortaya koymaktadır. Din-dışı dünya diye bir şey yoktur. Maddenin bu yoğunluğu, ruhun kendini-gerçekleştirmesi için bir alan inşa eder. Her şey kutsal zemindir. Peygamberin güzelce belirttiği üzere “Bütün yeryüzü mescittir.” İslam’a göre devlet manevi olanı insani organizasyonda gerçekleştirme gayretidir. Fakat bu anlamda, sırf hakimiyete dayanmayan ve ideal ilkeleri gerçekleştirme amacı taşıyan her devlet teokratiktir.

 

Hakikat şudur ki, milliyetçi Türkler kilisenin (dini kurumun) ve devletin ayırılması fikrini Avrupa’daki siyasi fikirler tarihinden alıp benimsemiştir. İlkel Hıristiyanlık, siyasi veya sivil bir birlik olarak değil, fakat din-dışı bir dünyada, sivil işlerle hiçbir alakası olmayan ve pratikte bütün meselelerde Roma otoritesine boyun eğen bir manastır tarikatı (monastic order) olarak tesis edilmiştir. Bunun sonucu olarak, devlet Hıristiyan olduğunda devlet ve Kilise, aralarında sonu gelmez sınır münakaşası olan iki ayrı iktidar olarak birbiriyle karşılaştılar. İslam’da böyle bir şey hiçbir zaman olamazdı, çünkü İslam baştan itibaren bir sivil toplumdu, Kur’an’dan basit bir hukuki ilkeler kümesi almışlardı. Romalıların on iki tabieti gibi, daha sonraki tecrübenin gösterdiği üzere, bu hukuki ilkeler kümesi yorum yoluyla büyük genişleme ve gelişme imkanlan taşıyordu. Dolayısıyla, milliyetçi devlet teorisi, İslam’da var olmayan bir ikilemi telkin ettiği nispette yanıltıcıdır.”

 

Muhammed İkbal, zaman içerisinde görüşlerini değiştirerek Türkiye’de yürürlüğe konulan bazı inkılâpları eleştirmişti (Ahmet Şamil Gürer & Necmi Uyanık (2019). “Muhammed İkbal’in Türk Modernleşmesine Bakışı”. Tarihin Peşinde. Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi. Yıl: 2019. Sayı: 21. Sf: 57-72).

İkbal, 1932 yılında yayımladığı Cavidname’de Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde uygulanan inkılâpları eleştirmişti (Fazlur Rahman (1984). “Muhammad Iqbāl and Atatürk’s Reforms“. Journal of Near Eastern Studies. Vol. 43. No. 2. Sf: 157-162) (Fazlur Rahman adı geçen makalesinde, Muhammed İkbal’in bu eleştirileri hakkında Atatürk’ün ‘İkbal önce kendi halkını İngiliz hakimiyetinden kurtarsın da ondan sonra konuşalım!’ (‘Let Iqbal first liberate his people from British rule and then we can talk!“) yanıtını verdiğini belirtmektedir).

Cavidname’deki Said Halim Paşa’yı konuşturduğu bir şiirinde Türklerin aslında bir yenilik getirmediğini ve Avrupa’nın eski adetlerini benimsediğini şöyle ileri sürmüştü:

“Türk’ün arpında yok yeni bir ezgisi,
Onun yenisi, Avrupa’nın eskisi”

“Yenileşmeye çağıran Mustafa
Dedi: “Yeni boya lazım eski tabloya!
Değişmez Kabe’nin yaşam giysisi
Gelmezse Avrupa’nın adet ve prensipler!”

 

“Cavidname” adlı eseri Türkçemize çeviren Halil Toker, kitapta dipnot olarak İkbal’in görüşlerindeki değişim hakkında şu satırları aktarmıştı (2014. Kaknüs Yayınları, İstanbul 2014 , s. 279):

“İkbal İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Kuruluşu adlı 1930’da yayımlanan eserinde Türkiye’yi örnek alınacak bir ülke şeklinde sunarken ve Mustafa Kemal Atatürk’ü çeşitli şiirlerinde överken, ne olmuştur ki, dört yıl sonra yayımlanan eserinde bu türden ifadelere yer vermiştir? İkbal Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip etmekle birlikte, bu gelişmelerin direk şahidi değildir. Bilgileri ikinci elden bilgilerdir.”

 

Muhammed İkbal’in “Cavidname” adlı eserine adını verdiği oğlu Cavid İkbal, 2007 yılında verdiği bir röportajda babasının Atatürk hakkındaki görüşlerine şöyle değinmişti (Besire Azizali (2018). “Muhammed İkbal’in ‘Cevizname’ Adlı Eserinde Türk Sadrazamı Said Halim Paşa”. Türk Dünyası Araştırmaları. Eylül – Ekim 2018. Cilt: 120. Sayı: 236. Sf: 11-32) (Aksiyon Dergisi, Sayı: 48; 28 Mayıs 2007):

– “Muhammed İkbal’in eserlerinde temel olarak yeni bir Müslüman toplumu idealini görüyoruz. Onu bu konuda düşünmeye sevk eden neydi?”

 

“Hilafetin kaldırılması en fazla Güneydoğu Asya Müslümanlarını vurdu. Oradakiler diğer Müslüman topluluklardan izole yaşıyordu ve kimliklerini halifeye bağlılıkları veriyordu. Ne zaman ki hilafet kaldırıldı, oradaki Müslümanlar çatışmaya girdi ve dinî kimliklerinden uzak düştü. Bu noktada İkbal, artık Müslüman ulus devletimizi kurmalıyız ve bunun üzerinden kendi kimliğimizi inşa etmeliyiz diyordu. Bu fikir Muhammed Ali Cinnah’ın işine geliyordu çünkü o da Hindistan’dan bağımsız bir Müslüman devlet kurmak istiyordu. İkbal, Mustafa Kemal’den de çok etkileniyordu. Çünkü ona göre bu ulus devlet, Müslüman ülke aynı zamanda bir cumhuriyet olmalıydı. Zira Asr-ı Saadet dönemi, Hulefa-i Raşidin devrinde zaten İslam devleti bir cumhuriyetti. Babam, Mustafa Kemal’in yaptığı devrimi, içtihat gücünün halifeden alınıp meclise devredilmesi şeklinde görüyordu. Bu sistemde meclis artık imam hükmündedir. Ulemanın fikrinin üstündeki içtihat gücünün, imamlık makamından alınarak meclise verilmesi İkbal’e göre çok yeni bir icattır. Mustafa Kemal’i çok sevmesinin nedeni de budur. Fakat büyük insanların birbirlerinin fikirlerinden etkilenmesi ne kadar doğalsa, bazı konularda ayrı düşünmeleri de o kadar normaldir.

 

– “Hangi konularda ayrı düşünüyorlardı?”

 

Mustafa Kemal’in gelenekle bağlarını gereksiz yere kopardığı kanaatindeydi. Bütün bu yenilikler geçmişle irtibat kesilmeden de yapılabilirdi. İkbal, Latînî (Latin alfabesi ile yazmak) ve lâdinîliğin kötü olduğunu düşünüyordu. Cemal Gürsel döneminde Türkiye’ye geldiğimde, konferans arasında öğrenciler bana İkbal’in bu sözünü hatırlattılar; “O, böyle ifade ettiği halde siz nasıl olur da Mustafa Kemal’i sevdiğini söylersiniz?” Onlara şu cevabı verdim: Güney Afrika Müslümanları 1933’te babama gelip uzun ömrü için dua ettiklerinde İkbal şöyle dedi: “Ben yapacaklarımı yaptım. Artık benim için değil, Mustafa Kemal ve Cinnah için dua edin.” Babamın Mustafa Kemal’i sevdiğine bu nedenle eminim.

 

Hintli lider Pandit Jawaharlal Nehru’nun 8 Mayıs 1933 tarihli “Mustafa Kemal Geçmişle Bağını Koparıyor” (“Mustafa Kemal Breaks With The Past”) başlıklı makalesindeki ileri sürdüğü iddialara yanıt verdiği “Islam and Ahmadism” başlıklı çalışmasında ise Türkiye’nin yürürlüğe koyduğu devrimlerle İslâm’dan vazgeçmediğini, bu reformların çoğunun mevcut içtihatlar ışığında İslâm’la çelişmeyeceğini savunmuştu.

 

Yorumunuzu yazınız...