Ünlü Don Kişot Romanının Yazarı Miguel de Cervantes’in Osmanlılara Esir Düştükten Sonra İstanbul’a Geldiği Kılıç Ali Paşa Camii’nin İnşaatında Amele Olarak Çalıştığı İddiası Doğru Değil
Yakınçağ İspanyol edebiyatının en ünlü isimlerinden biri, ünlü Don Quijote (Don Kişot) romanının yazarı Miguel de Cervantes Saavedra’nın (1547-1616) Mimar Sinan’ın ustalık devri eseri olan Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşa sürecinde esir olarak çalıştırıldığı iddiası farklı kişi ve kaynaklarca dile getirilmektedir.
İddiaya göre Haçlı donanmasında asker olan Cervantes, İnebahtı Deniz Savaşı’nın ardından 1575’te İspanya’ya dönerken bindiği kadırga Osmanlı donanması tarafından kuşatılmış, Kılıç Ali Paşa’ya esir düşmüş, akabinde İstanbul’a getirilip Kılıç Ali Paşa Camii inşaatında birkaç yıl amele olarak çalıştıktan sonra sahibi tarafından azad edilmiş ve İspanya’ya dönmüştür.
Ancak sanılanın aksine Cervantes’in İstanbul’a esir olarak geldiği ve Kılıç Ali Paşa Camii’nin inşaatında esir olarak çalıştığı iddiasının tarihî gerçeklerle bir ilgisi bulunmamaktadır.
Cervantes’in İstanbul’da esir olarak bulunduğu iddiasını aktaran paylaşımlardan bazıları şöyledir:
“CAMİ İNŞAATINDA ÇALIŞAN İSPANYOL YAZAR
Don Kişot’un yazarı Cervantes, 1575’te İnebahtı savaşını kazanan Kılıç Ali Paşa tarafından esir alınıp İstanbul’a getirildikten sonra, Paşanın yaptırdığı Kılıç Ali Paşa camiinin inşaatında Mimar Sinan’ın emrinde işçi olarak çalışmıştır.”
“Kılıç Ali Paşa camii /Tophane . Mimar Sinan’ın eseri . Yapımında koca İspanyol yazar Cervantes (ki , klasik edebiyatın babası sayılır kendisi) esir olarak çalışmış.”
“Dünyaca ünlü Don Kişot romanının yazarı Cervantes, Mimar Sinan’ın yaptırdığı Kılıç Ali Paşa Camii’nde amele olarak çalışmıştır.”
Cervantes’in İstanbul’da esir olarak bulunduğu söyleminin kaynağını, Don Kişot adlı eserinde İstanbul yer verdiği esir hikâyesi ve vakıflar arşivinde bulunduğu belirtilen Mimar Sinan’ın emrinde cami inşaatında çalışanların isimlerinin yazılı olduğu defterler içinde Cervantes’in ismine de rastlandığı iddiası oluşturmaktadır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından yayımlanan Hilal Akçay Özdemir tarafından yayına hazırlanan Kılıç Ali Paşa Camii’ni konu edinen belgesele ilişkin haber metinlerinde bu iddia şöyle öne sürülmüştü:
Don Kişot yazarı cami inşaatında amele olarak çalıştı
Yapımcı ve yönetmen Hilal Akçay Özdemir tarafından yayına hazırlanan belgeselde ilginç bir “iddia” da yer alıyor. Buna göre Don Kişot yazarı olarak meşhur İspanyol romancısı Cervantes de Kılıç Ali Paşa Camisi’nin inşaatında amele olarak çalışmış.
Belgeselde dile getirilen “iddia”ya göre, Mimar Sinan’ın emrinde cami inşaatında çalışanların isimlerinin yazılı olduğu defterler vakıflar arşivinde bulundu ve içinde Cervantes’in ismine de rastlandı. Romancı, Haçlı donanmasında askerdi. İnebahtı Harbi’nden İspanya’ya dönerken 1575 senesinde bindiği kadırga Osmanlı donanması tarafından kuşatıldı. Cervantes, Kılıç Ali Paşa’ya esir düştü. Birkaç sene İstanbul’da kalıp cami inşaatında da çalıştıktan sonra sahibi tarafından azad edildi. O da İspanya’ya döndü.
Yeni Şafak ise 24 Ocak 2010 tarihinde yayımladığı “Cervantes, Kılıç Ali Paşa Camii’nde amele idi” başlıklı metinde bu iddiayı şöyle aktarmıştı:
Beş yıla yakın Akdeniz’de dolanan, dâimâ Osmanlı leventleriyle savaşan Cervantes, “El Manço Lepanto” (İnebahtı Çolağı) lâkabıyla ün yaptı. Nitekim 1575 yılında, İspanya’ya dönerken bindiği İspanyol gemisi, Marsilya açıklarında Cezayirli Türkler tarafından kuşatıldı. Ve Arnavut asıllı Türk denizcisi Deli Memi tarafından esir alındı. Cezâyir’de 5 yıl esâret hayâtı yaşayan Cervantes, kaçmaya kalkınca prangaya vuruldu, tek kollu kürek mahkûmu bir forsa oldu. Nihâyet İstanbul’a yollandı. İşte tam bu sıralarda Kaptanıderya Kılıç Ali Paşa, Sultan 3. Murat’tan destur almış, Tophâne’deki câmiini yaptırıyordu.
Tek kollu yazarımız Cervantes de Tophâne’deki Kılıç Ali Paşa Câmi inşâatında duvar işçisi olarak çalıştırıldı. Câmi 1580’de tamamlandı ve Cervantes, beş senelik esâret hayâtından sonra nihâyet memleketine dönebildi. İhtimâl, iyi çalışması karşılığında hürriyeti vaad edilmiş olacak ki, câmi tamamlanınca Cervantes de hürriyetine kavuştu.
Caner Şaka da Cervantes’in bir dönem İstanbul’da esir olarak bulunduğu ve Kılıç Ali Paşa’nın Tophane’de kendi adına yaptırdığı camide çalıştığını şöyle iddia etmişti:
Bu bilgiye nasıl ulaştınız?
Cervantes o dönemde Akdeniz’de bir kalyondan alınmış ve Osmanlının elinde esir. İspanyollar onun o tarihlerde K. Afrika’da esir olduğunu söylüyor. Rasih Nuri İleri’nin vakıf defterlerinde yaptığı araştırmada, harfi harfine bu isme rastlanıyor. Vakıf defterleri de çok ciddi kayıtlar. Cervantes aynı zamanda Lepanto Deniz Savaşı’nda da Osmanlı’ya karşı savaşmış ve bir kolunu kaybetmiş. 1575’te Osmanlı tarafından kuşatılan İspanyol donanması içinde esir düşmüş.
Bütün cami inşaatı süresince çalışıyor mu Cervantes?
İnşaat 1580’de tamamlanıyor, Cervantes’in esareti de aynı tarihte son buluyor.
İddiaların aksine İspanyol yazar ne ne İnebahtı’da esir düşmüştür ne de Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinde esir olarak bir cami inşaatında çalışmıştır.
Cervantes İstanbul’a Hiç Gelmedi ve Kılıç Ali Paşa Camiinde Hiç Çalışmadı
Cervantes’in Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa Camii inşaatında esir olarak çalıştığı iddiası bir şehir efsanesinden öteye geçemiyor.
Cervantes figürünü inceleyen Türkiye’den, İspanya’dan ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden (María Antonia Garcés, Astrana Marín, Emilio Sola, José F. de la Peña, Jean Canavaggio ve Ertuğrul Önalp gibi) akademisyenlerin çoğunluğu Cervantes’in İstanbul’da bulunmadığını aktarmaktadır.
Cervantes’in Kılıç Ali Paşa Camii inşaatında çalıştığı iddiası doğru olmasa da, Lepanto (İnebahtı) Körfezinde yapılan İnebahtı Deniz Savaşı’na Marquesa adlı kadırgada katıldığı, bu savaşta sol elini kaybettiği 26 Eylül 1575 tarihinde Osmanlı’ya bağlı hareket eden Arnavut Memet (Deli Memi) ve beraberindeki korsanlar tarafından kardeşiyle birlikte esir edildiği, 5 yıl süren esaret sürecinde Cezayir’de tutulduğu, fidyesi ödenince de özgürlüğüne kavuştuğu bilinmektedir.
İnebahtı’nın (1571) ardından haçlı donanmasının Navarin’e (1572) ve Tunus’a (1573) yönelik gerçekleştirdiği seferlere katılan Cervantes, 1575 Eylül ayında bindiği Napoli’den Barselona’ya doğru hareket eden Sol adlı kadırganın Cezayir korsanları tarafından ele geçirilmesiyle tutsak edilmiştir. Üzerinde İspanya Kralına yazılmış tavsiye mektubu ile yakalandığı için Cezayir korsanlarınca mühim bir kişi olduğu sanılarak fiziksel yükü ağır işlerde çalışacak köleler yerine fidye ile serbest bırakılacak esirler arasına alınmıştır. Esir edilmesinin ardından payına düştüğü Deli Memi Reis tarafından özgürlük bedeli 500 escudo olarak belirlenen Cervantes, Cezayir’de esir zindanlarında tutulmuş, 4 kez başarısız kaçma girişiminde bulunmuş, sonrasında Cezayir Beylerbeyi Uluç Hasan Paşa tarafından satın alınmıştır. Maddi durumu iyi olmayan ailesi, Cervantes için belirlenen fidyeyi toplamakta bir hayli güçlük çekmiştir. Esaret fidyesinin bir bölümünü bir araya getiren ailesinin ve Mağrip’ten köle kurtarma misyonuyla hareket eden Triniter keşişlerinin desteğiyle Cervantes özgürlüğüne kavuşarak İspanya’ya dönmüştür (Emrah Safa Gürkan (2020). Bunu Herkes Bilir – Tarihteki Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar. Kronik Kitap. İstanbul. Sf: 209-220).
Ertuğrul Önalp, Cervantes’in Cezayir’deki esaret hayatından kurtuluş sürecini şöyle aktarmıştır (Ertuğrul Önalp (1992). “Cervantes’in Türklere Esir Düşmesi ve Esaretinin Eserlerine Yansıması”. Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi):
“Cervantes’in özgürlüğe kavuşmasından önce iki defa daha kaçma girişiminde bulunduğunu biliyoruz; ilkinde Oran’a mektuplar göndererek yardım talebinde bulunur. Mektupların hedefine ulaşıp ulaşmadıkları meçhuldür . Cervantes’in son kaçma teşebbüsü de özgürlüğe kavuşmasından tam tamına bir yıl önce, 1579 yılında gerçekleşir; bu sefer de zindandaki diğer mahkûmlarla birlikte bir tekne satın alarak kaçmak isteyecektir, ama aynı zindanda kalan ve kendisinden nefret eden vatandaşı eski Dominik rahiplerinden Juan Blanco de Paz tarafından ihbar edilmesi üzerine bu teşebbüs de akim kalır. Bu olaydan sonra Hasan Paşa onun falakaya yatırılarak karnına ve ayaklarına iki bin değnek vurulmasını emrederse de nedendir bilinmiyor, bu ceza uygulanmaz. Cezayir Beyi belki de bu eski askerin açık sözlülüğü ve yürekliliği karşısında yumuşamıştır
Nihayet esirlerin fidyelerini ödeme işlerinde aracılık eden Teslis tarikatı (trinitario) rahiplerinden Juan Gil ve Antön de la Bella 29 Mayıs 1580’de Cezayir’e gelirler. Bu rahipler Ağustos ayında içlerinde Cervantes’in de bulunduğu yüz esiri fidyelerini ödeyerek kurtarırlar. İnebahtı savaşının bu çolak askeri için istenen fidye beş yüz İspanyol altınıdır, bir altın eksiği kesinlikle kabul edilmeyecektir. Aksi takdirde Cezayir’de görev süresi dolmuş olan efendisi Hasan Paşa’nın diğer esirleriyle birlikte İstanbul’a gidecektir. Juan Gil eksik olan 220 altını da Cezayin’de bulunan tüccarlar ve yahudilerden temin eder ve Cervantes için istenen beş yüz altını ödeyerek 19 Eylül 1580 tarihinde onu özgürlüğüne kavuşturur.”
Kaptan-ı Derya Kılıç Ali adına Ayasofya’nın küçültülmüş bir modeli olarak Mimar Sinan tarafından İstanbul’un Tophane semtinde inşa edilen Kılıç Ali Paşa Camii’nin yapımı 1580 yılında tamamlanmıştır. Cervantes’in 1575-1580 arası Cezayir’de esir olarak tutulduğu için inşası 1580 yılında tamamlanan Kılıç Paşa Camii’nde amele olarak çalışmış olması mümkün değil. Kılıç Ali Paşa Camii’nin yapımında çalıştığına dair kanıt olarak ileri sürülen cami inşaatında çalışanların isimlerinin yazılı olduğu defterlerde farklı bir kişinin isminin Cervantes’e atfedilmiş olması olası görünüyor (Nasuh Nuri İleri’nin camiyi yapan işçilerin adları arasında Cervantes’in ismine rastladığı iddiası ispatlanamamıştır).
İnebahtı Savaşı’nda vücuduna isabet eden gülleler nedeniyle sol eli kullanılamaz hâle gelen ve “Lepanto Çolağı” olarak nitelenen çolak bir İspanyolun cami inşaatında çalıştırılmış olması da düşük ihtimâl olarak değerlendirilebilir.
Don Kişot’un 39. bölümünde Lepanto’da yakalanan ve Konstantinopolis’e mahkum olarak alınan bir İspanyol askeri Rui Pérez de Viedma’nın hayatını ve başına gelen olayları aktardığı satırların Cervantes’in kendi anıları olduğunun da sanılabildiğine şahit oluyoruz. Halbuki Cervantes esaret hayatını farklı bir kurgu ile bir esir karakteri üzerinden kitabına yansıtmıştır. Kitapta esirin Uluç Ali Paşa’ya esir düştüğü ve Konstantinopolis’e götürüldüğünü anlattığı kronolojik karışıklık ile dolu bölüm şu şekildedir (Miguel de Cervantes Saavedra. La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote. Çeviren: Roza Hakmen. YKY, 2004, Sf: 340-41):
“Bütün dünya milletlerinin, Osmanlılar’ın denizde yenilmez oldukları yanılgısından kurtuldukları, Osmanlılar’ın kibir ve küstahlığının kırıldığı, Hıristiyan âleminin o mutlu gününde, orada bulunan onca talihli insan arasında (orada ölen Hıristiyanlar, sağ ve galip çıkanlardan daha talihliydi), bir ben talihsizdim. Romalılar çağında olsa, bir madalya bekleyebilecekken, o şanlı günün gecesinde, kendimi ayaklarım zincirli, ellerim kelepçeli buldum. Olay şöyle cereyan etti: Cesur ve talihli bir korsan olan, Cezayir beylerbeyi Uluç Ali Paşa, Malta amiral gemisine saldırıp yenmiş, sadece üç şövalyeyi sağ bırakmıştı; onlar da ağır yaralıydılar. Benim de bölüğümle beraber içinde bulunduğum, Giovanni Andrea’nın amiral gemisi imdada yetişti; böyle bir durumda yapmam gereken şeyi yapıp düşman kadırgasına atladım; gemi o sırada, kendisine saldıran bizim gemiden uzaklaşarak askerlerimin beni izlemesini engelledi; böylece, düşmanlarımın arasında kendimi tek başıma buldum ve sayıları çok fazla olduğu için karşı koyamadım; sonunda, çeşidi yerlerimden yaralayıp teslim aldılar beni. Herhalde Sizlerin de duymuş olacağınız gibi, Uluç Ali Paşa bütün filosuyla kurtulunca, ben de ona esir düştüm ve onca mutlu insan arasında bir ben kederli, onca hür insan arasında bir ben tutsak kaldım; çünkü o gün, Osmanlı donanmasında kürek çeken ve özlemini çektikleri hürriyetlerine kavuşan on beş bin Hıristiyan vardı. Beni Konstantinopolis’e götürdüler; orada Osmanlı Padişahı Selim, savaşta üzerine düşeni yapmış olduğundan, sahibimi kaptanı deryalığa getirdi; Uluç Ali Paşa, cesaretinin kanıtı olarak Malta Şövalyeleri tarikatının sancağını ele geçirmişti. Ertesi yıl, yani yetmiş ikide, Navarin’de üç fenerli amiral gemisinde kürek çekiyordum. Orada, bütün Osmanlı donanmasını limanda ele geçirme fırsatının nasıl kaçırıldığını gördüm; bütün Osmanlı levent ve yeniçerileri, limanda saldırıya uğrayacaklarına kesin gözüyle bakıyorlardı; karaya ayak bastıkları an, yenilmeyi beklemeden kaçabilmek için, hepsi giysilerini ve paşmaklarını, yani ayakkabılarını hazırlamışlardı; donanmamız işte bu kadar korkutmuştu onları. Ama Tanrı başka türlü olmasını emretti; bizim donanmamızın başındaki amiralin suçu ya da dikkatsizliği yüzünden değil, Hıristiyan âleminin günahları yüzünden ve Tanrı daima bizi cezalandıracak bir kırbaç olmasını istediğinden. Sonunda Uluç Ali Paşa, Navarin’e yakın bir ada olan Modon’a sığındı ve askeri karaya çıkarıp limanın ağzını tahkim ederek sessizce Don Juan’ın çekilmesini bekledi. Bu seferde, ünlü korsan Barbaros’un oğlunun komutasındaki Ganimet adlı kadırga ele geçirildi. Ele geçiren, yıldırım savaşçı, bütün askerlerin babası, yürekli, yenilgi nedir bilmez denizci, Santa Cruz Markisi Don Âlvaro de Bazân komutasındaki Dişikurt adlı Napoli amiral gemisiydi. Ganimet in ele geçirilişi sırasında olanları atlamak istemiyorum. Barbaros’un oğlu o kadar zalimdi, esirlerine o kadar kötü davranıyordu ki, kürektekiler Dişikurt’un yetiştiğini görür görmez, hep birlikte kürekleri ellerinden fırlatıp, tente bastonunun tepesine çıkmış, daha hızlı kürek çeksinler diye bağıran komutanın üzerine atılarak sıradan sıraya, pupadan pruvaya geçirdiler ve bu arada öyle ısırdılar ki, direği geçtiğinde, ruhu cehenneme yollanmıştı bile; dediğim gibi, esirlerine karşı zulmü, onların da kendisinden nefreti, bu noktaya varmıştı. Konstantinopolis’e döndük; ertesi yıl, yani yetmiş üçte, Senor Don Juan’ın Tunus’u ele geçirip yönetimini Osmanlılar’ın elinden alarak, başına Mevlay Muhammed’i getirdiğini ve dünyanın en zalim, en gözüpek Magripli’si olan Mevlay Ahmed’in tekrar başa geçme umutlarına son verdiğini öğrendik. Osmanlı padişahı bu kayba çok üzüldü ve soyuna özgü ileri görüşlülükle, barışa kendisinden çok daha hevesli olan Venediklilerle barış yaptı. Ertesi yıl, yetmiş dörtte, Halkü’l-Vadi’ye ve Tunus yakınında Senor Don Juan’ın yaptırdığı, yarım kalmış kaleye saldırdı. Ben bütün bu saldırılarda kürekteydim, hürriyetime kavuşma umudum da yoktu; en azından fidye vererek kurtulma umudum yoktu; çünkü başıma gelen felâketin haberini babama yazmamaya karar vermiştim. Sonunda Halkü’l-Vadi de, kale de düştü; saldırıda yetmiş beş bin maaşlı Osmanlı askeri, dört yüz binden fazla Magripli ve Afrika’nın her yerinden Arap vardı. Bunca sayıda askerle birlikte o kadar çok cephane ve savaş malzemesi ve o kadar çok kazmacı vardı ki, sırf elleriyle, yumruklarıyla, Halkü’l-Vadi’yi ve kaleyi toprağa gömebilirlerdi. Önce, o güne kadar ele geçirilemez sanılan Halkü’l-Vadi düştü; ama savunanların yüzünden değil; onlar savunmak için gereken ve ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ne var ki, tecrübe, o kum çölünde ne kadar kolay siper kurulabileceğini gösterdi; iki karış derinlikte su olduğu halde, Osmanlılar altı ayak dipte suya rastlamıyorlardı. Böylece, bol bol kum çuvalıyla siperleri o kadar yükselttiler ki, surlardan daha yükseğe ulaşıp tepeden ateş açtılar; surların üzerinde kimse kalamıyor, savunmaya kanlamıyordu. Genel kanı, bizimkilerin Halkü’l-Vadi’ye kapanmayıp çıkartmayı açık arazide beklemeleri gerektiğiydi; bunu söyleyenler, uzaktan, benzer durumlarda tecrübeleri olmadan konuşan kimselerdir. Çünkü Halkü’l-Vadi’de ve kaledeki toplam asker sayısı yedi bin olunca, bu kadar az sayıdaki asker, ne kadar cesur olsalar da, düşmanın çokluğu karşısında açık arazide nasıl ayakta kalabilirdi? Ayrıca, yardım gelmeyen bir kale, üstelik de çok sayıda, inatçı düşman tarafından, hem de kendi topraklarında kuşatılmışsa, nasıl düşmez? Ama ben de dahil, birçok kişi, o kötülük yuvasının yıkılmasına izin vermekle, Tanrı’nın İspanya’ya büyük bir iyilikte, lütufta bulunduğunu düşündü; boş yere oraya harcanan sonsuz parayı yutan, bir türlü doymayan bu süngerin, dipsiz kuyunun tek işlevi, yenilmez Şarlken’in şanlı bir zaferle burayı fethetmiş olmasının anısını korumasıydı; sanki zaten ebedî olan şöhretini pekiştirmek için o taşlara gerek varmış gibi. Kale de düştü; ama Osmanlılar kaleyi almak için karış karış mücadele etmek zorunda kaldılar; kaleyi savunan askerler o kadar cesurca dövüştüler ki, toplam yirmi iki saldırıda yirmi beş binden fazla düşman askerini öldürdüler. Sağ kalan üç yüz asker esir alındıklarında, aralarında yaralı olmayan bir kişi bile yoktu; bu da, cesaretlerinin, ne kadar güçlü bir savunmada bulunduklarının, açık ve kesin bir göstergesidir. Gölün ortasında bulunan, Valencia’lı şövalye, ünlü asker Don Juan Zanoguera komutasındaki küçük bir hisar, ya da kule de, şartlı teslim oldu. Kalesini savunmak için elinden geleni yapan Halkü’lVadi generali Don Pedro Puertocarrero esir düştü; uğradığı yenilgi kendisini öyle çökertti ki, esir olarak Konstantinopolis’e götürülürken, kederinden yolda öldü. Kalenin generali, büyük bir mühendis ve cesur bir asker olan Milano’lu şövalye Gabrio Cervellon da esir alındı. Bu iki kalede çok sayıda önemli kişi öldü; bunlardan biri, St. Jean tarikatı şövalyesi Pagan Doria’ydı; kardeşi ünlü Giovanni Andrea Doria’ya karşı gösterdiği cömertlik, ne kadar yücegönüllü olduğunu kanıtlamıştır. Ölümünü en acıklı kılan da, güvendiği birtakım Araplar’ın elinde ölmüş olmasıdır; kale düşünce, Araplar kendisini Magripli kıyafeti içinde, mercan avcılığıyla uğraşan Genovalılar’ın sahilde kurduğu küçük bir liman olan Teberke’ye götürmeyi teklif etmişlerdi, işte bu Araplar, kafasını kesip Osmanlı ordusunun komutanına götürdüklerinde, komutan kendilerine bizim İspanyol atasözündeki gibi karşılık vermişti: ‘İhanet hoşa gitse de, hain sevilmez.’ Dediklerine göre, komutan kendisine bu armağanı getirenlerin, diri getirmedikleri gerekçesiyle, asılmasını emretmiş. Kalede esir düşen Hıristiyanlar arasında, Endülüs’ün adını bilmediğim bir köyünden, bir teğmen Don Pedro de Aguilar vardı; çok iyi bir askerdi ve ender rastlanır bir zekâya sahipti; özellikle de şiir alanında çok özel bir yeteneği vardı. Onu anmamın sebebi, talihin onu benim bulunduğum kadırgaya, benim sırama, benim sahibimin kölesi olarak getirmiş olmasıdır. Limandan ayrılmadan önce, mezartaşı yazısı biçiminde iki sone yazmıştı; biri Halkü’l- Vadi’ye, öbürü kaleye. Onları size okumak istiyorum; çünkü ikisi de ezberimde; sıkılmayacağınızı, aksine çok hoşunuza gideceğini sanıyorum.”
Don Kişot’taki bu bölümün yanı sıra Cervantes’in Büyük Sultana adlı eserinde Konstantinopolis’i ve bu şehirdeki yaşama değindiği bilinmektedir. Ancak Cervantes’in bu tasvirleri İstanbul’u görmüş olduğu anlamına gelmiyor. Cervantes’in, bilhassa Cezayir’de tutsak kaldığı süre içerisinde İstanbul hakkında duyduğu detayları kitabına taşımış olabileceği düşünülüyor. Cervantes’in çalışmalarındaki Osmanlı imajını inceleyen Dr. Emilio Sola da Cervantes’in bu şehri görmediğini “eğer İstanbul’da bulunmuş olsaydı eserlerinde İstanbul’a ilişkin şimdiye kadar yazılmış en ayrıntılı ve nefes kesen portreyi sunmuş olacağı, Cervantes’in İstanbul tasvirlerinin çoğu iyi bilinen gerçeklere dayandığı” argümanıyla aktarmaktadır.
Cervantes “Novelas Ejemplares” (Madris, 1613) adlı eserinin “Prólogo Al Lector” (“Okuyucuya Önsöz”) bölümünde 5,5 yıl esir kaldığını ve bu sürede sıkıntı ile sabırla nasıl yüzleşeceğini öğrendiğini şu satırlarla aktarmıştı:
“Llámase comúnmente Miguel de Cervantes Saavedra. Fue soldado muchos años, y cinco y medio cautivo, donde aprendió a tener paciencia en las adversidades. Perdió en la batalla naval de Lepanto la mano izquierda de un arcabuzazo, herida que, aunque parece fea, él la tiene por hermosa, por haberla cobrado en la más memorable y alta ocasión que vieron los pasados siglos, ni esperan ver los venideros, militando debajo de las vencedoras banderas del hijo del rayo de la guerra, Carlo Quinto, de felice memoria.”
“Adı Miguel de Cervantes Saavedra. Yıllarca askerdi ve beş buçuk yıl esirdi ve burada sıkıntı içinde sabırlı olmayı öğrendi. Lepanto’nun deniz savaşında bir harquebusun sol elinde kaybetti, çirkin görünse de, geçen yüzyılların gördüğü en unutulmaz ve yüksek vesileyle iddia ettiği için güzel olduğunu düşündüğü bir yara. savaşın oğlu Carlo Quinto’nun mutlu hafızasının muzaffer bayrakları altında.”
María Antonia Garcés “Cervantes Cezayir’de: Bir Tutsağın Hikâyesi” (“Cervantes in Algiers: A Captive’s Tale“) adlı kitapta ve Yrd. Doç. Dr. Ertuğrul Önalp da “Cervantes’in Türklere Esir Düşmesi ve Esaretinin Eserlerine Yansıması” başlıklı makalesinde Cervantes’in Cezayir’deki esaret hayatını kapsamlı şekilde aktarırken, İstanbul’da bulunmadığını net şekilde ortaya koymuştur. Odak konusu iddianın doğruluk payının bulunmadığı bahse konu isimlerin yanı sıra birçok Cervantes araştırmacısı tarafından da ispatlanmıştır.
Juan Bautista Avalle-Arce’nin “La Captura – Cervantes Y La Autobiografía” (Barcelona: Ariel, 1975, Sf: 279-333) adlı kitabında Cezayir’de birlikte kaldığı bazı mahkumların da Cervantes’in Cezayir’deki esaretini doğruladığı aktarılmaktadır.
Asıl adı Giovanni Dionigi Galeni olan İtalyan bir denizciyken ihtida eden ve Osmanlı donanmasının en yüksek rütbesi olan Kaptan-ı Derya mevkisine kadar yükselen Kılıç Ali Paşa’nın banisi olduğu camiyi yaptırma hikâyesi ilginç bir rivayete de sahiptir. Deniz üzerine kurulan ilk cami olduğu iddiasını aktaran rivayete göre Kılıç Ali Paşa Camii, yapımı için izin ve yer talep edilen Padişah III. Murad’ın Kılıç Ali Paşa’ya verdiği “Kaptan-ı Derya olduğu için camiyi denize inşa etmesi” yanıtı üzerine Tophane rıhtımının bir bölümünün doldurulması ile inşa edilmiştir.
Cervantes’in İstanbul’da Bulunduğu ve Kılıç Ali Paşa Camii İnşaatında Esir Olarak Çalıştığını Sanan Yazarlar
Birgün Gazetesi köşe yazarı Ümit Alan, 14 Ocak 2012 tarihli paylaşımında bu iddiayı şöyle aktarmıştı:
"Bu arada Don Quijote'un yazarı Cervantes, Kılıç Ali Paşa'nın esiri olarak, Tophane'deki Kılıç Ali Paşa Camii'nin inşaasında çalışmıştır."
Hürriyet Gazetesi eski köşe yazarı Ahmet Mümtaz Taylan da 27 Ocak 2012 tarihli paylaşımında bu iddiayı aktarmıştı:
"Başbakan cuma namazını Kılıç Ali Paşa Camii'nde kılmış. Sinan'ın bu büyük eserinin inşaatında Don Kişot'un babası Cervantes de çalışmıştır!"
Trakyagozlem.com’daki “Kılıç Ali Paşa” başlıklı yazısında (22 Ocak 2020) Nazmi Metin, Anayurt Gazetesindeki “Mimar Sinan’ı tanıyor muyuz?(3)” başlıklı yazısında (15 Kasım 2018) Orhan Selen, Milat gazetesindeki “Giovanni’den Rabia’ya Selam” başlıklı yazısında (4 Ağustos 2013) Yavuz Selim Kurt ve Hürriyet’teki “Haber kanallarına açık mektup” başlıklı yazısında (26 Mayıs 2014) İzzet Çapa bu hatalı bilgiye yer vermiş.
Sunay Akın da Ay Hırsızı adlı kitabında ve “Cervantes İstanbul’da!” başlıklı bir yazısında bu iddiayı şöyle aktarmıştı:
"Asıl soru şudur ki, Don Kişot'un yazarı Cervantes İstanbul'a gelmiş midir? Cervantes'in Osmanlı'ya karşı İnebahtı Deniz Savaşı'nda bir kolunu kaybettiği bilinir. 1575 yılında , Osmanlı tarafından kuşatılan İspanyol donanmasında esir düşen Cervantes'in "Kuzey Afrika"ya götürüldüğü kabul edilir. Rasuh Nuri İleri, vakıf defterlerinde yaptığı çalışmada, Tophane'deki Kılıç Ali Paşa Camii'nin yapımında çalışan esirler arasında tanıdık birine rastlar: Miguel de Saavedra Cervantes!... Cervantes'in esir düştüğü dönemde, 1572 ve 1587 yılları arasında Kaptan-ı Derya olan Kılıç Ali Paşa'nın Mimar Sinan'a yaptırdığı caminin bitim tarihi 1580'dir. Bu, Cervantes'in Türkler elindeki esirliğinin sona erdiği tarihtir. Son derece ciddi kayıtlar olan vakıf defterlerini inceleyen Cervantes ve Mimar Sinan, aynı eserin yapımında bir arada bulunmuşlar!"
Kapak Görseli: Weloveist.com