Atatürk İmzasıyla Paylaşılan “Türk Çocuğu, Artık Arap Çölleri İçin Kanını Dökmeyecektir” Sözü 2017 Yılında Dolaşıma Girmiş
Orta Doğu’da yaşanan gerginliklerin ardından sıklıkla Mustafa Kemal Atatürk’e atfedilen “Türk çocuğu, artık Arap çölleri için kanını dökmeyecektir.” sözünü (Bir Sözün Atatürk’e Ait Olduğu Nasıl Doğrulanabilir? başlıklı yazımızda aktardığımız adımları takip ederek) ele alacağız…
“Türk çocuğu, artık Arap çölleri için kanını dökmeyecektir.” sözünün Atatürk tarafından dile getirildiğine dair bir delil bulunamıyor.
Sosyal medya platformlarında bir anda dolaşıma giren söz için Mahmut Esat Bozkurt’un Atatürk İhtilâli adlı kitabı kaynak gösterilmiş.
Mahmut Esat Bozkurt’un Atatürk İhtilâli adlı eserinde bu yönde bir söz geçmiyor.
Atatürk İhtilâli adlı kitabında Mahmut Esat Bozkurt, “Yemen Çölleri için Türk gençlerinin kan dökmeyeceğini” şu sözlerle dile getirmiş:
“Abdülhak Hâmit ne diyor?
Abdülhak Hâmit’in dediği gibi (1) ”Bir ordu çıkardı bir neferden!”
Bu işler neden böyle oldu?
Bunu benden değil, hilâfet ve saltanat denilen kurumdan sorunuz.
Fakat sakın maksadım, askerlikten bir şikâyet olarak anlaşılmasın.
Tarih bizleri, askerlik sanatının icatcısı olarak tanımaktadır.
Kâşgarlı Mahmud’un dediği gibi, (2) ”Tanrı Türkü, insanlığı, şerirlerin şerrinden esirgesin diye, kendine has asker olarak yarattı.”
Bundan benim anladığım şudur:
Türk = Tanrı’nın has askeri!
İcabında Türk’ün en küçük şerefi, namusu, Türk ilinin bir çakıl taşı için milyonla Türk feda olalım.
Fakat Yemen çölleri için, amansız idealist hilâfet kurumu için değil, bütün bir dünya için dahi tek bir Türk gencinin burnunun kanamasına millî rıza yoktur. Ve olmayacaktır.
Bütün bir dünya, tek bir Türk delikanlısının burnunun kanamasına değmez.“
Adı geçen kitapta Arap İsyanı hakkında Mahmut Esat Bozkurt şu yoruma yer vermiş:
“Tıpkı 1914-18 dünya ·savaşında Mekke Emiri ve peygamber torunu Şerif Hüseynin biz türklere karşı düşmanlarla ittifak ederek Müslüman arapların türklere silah atması gibi.
Fakat işin yanık ve hazin ciheti şudur ki, türk, islam yolunda varını yoğunu verdiği halde türk olmıyan hemen bütün müslümanların, büyük bir nankörlükle türkten şikayetçi olmalarıdır! Hıristiyan osmanlılar tabiatiyle ..”
Atatürk’ün yaşadığı dönemde yahut vefatının ardından muteber bir kaynakta izine rastlayamadığımız “Türk çocuğu, artık Arap çölleri için kanını dökmeyecektir.” sözünün 2017 yılında zuhur ettiği anlaşılıyor.
2017 yılı Haziran ayında Katar’da Türk askerinin konuşlanmasını içeren kanun tezkeresinin TBMM’de kabul edilmesi öncesinde paylaşılmaya başlanmış (TBMM Genel Kurulunda kabul edilen “Türkiye ile Katar Arasında Katar Topraklarında Türk Kuvvetlerinin Konuşlandırılmasına İlişkin Uygulama Anlaşması ile Anlaşmanın Tadili Hakkında Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı” basına “Türkiye, Katar’a 5 bin asker gönderecek” manşetiyle yansımıştı). Katar’da askeri üs kurulup Mehmetçik’in konuşlanmasına tepki gösteren vatandaşlar tarafından alıntılanması sözün yaygınlık kazanmasını sağlamış.
Akabinde, 2017 yılı Haziran ayı öncesinde sosyal ağlarda izine rastlanamayan mezkûr söz, herhangi bir kaynak atfı yapılmaksızın paylaşılmaya devam edilmiş. Özellikle, Filistin’de Türk Ordusu’nun görevlendirilmesine yönelik “Mehmetçik Gazze’ye” sloganına karşı bu söz, sahipliği Atatürk’e izafe edilerek sıklıkla kullanılmış.
“Türk çocuğu, artık Arap çölleri için kanını dökmeyecektir.” sözünün Atatürk tarafından dile getirildiğine dair bir atfa rastlayamasak da, dönemin dış politikası göz önünde bulundurulduğunda fiiliyatta bu sözün izlerine rastlamak mümkün.
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyetimizin kuruluşunda Türk ulusal kimliğini önemli bir unsur olarak görmüş ve Türk milletinin birliğini ve bütünlüğünü savunmuştur. Atatürk’ün Türk ulus-devletini kurmak için Türk milliyetçiliğini sahiplenen görüşleri Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma döneminde şekillenmiştir.
Atatürk “bir Arap binbaşının Arap soydaşını korumak için bir Anadolu çocuğuna “sen nasıl kavm-i necibe kötü muamele edersin” diyerek tokat attığına şahit olduktan sonra Türklük şuuruna erdiğini anlattığı sözleri, Mahmut Esat Bozkurt’un “Yakınlarından Hatıralar” adlı kitabında (1955. Sf: 95) şöyle aktarılmış:
“Orduya ilk katıldığım günlerde, bir Arap binbaşısının ‘Kavm-i Necip evladına sen nasıl kötü muamele yaparsın’ diye tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşında Türklük şuuruna erdim. Onda gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim derin kaynağım, en derin övünç membaım oldu. Benim hayatta yegane fahrim, servetim, Türklükten başka bir şey değildir.”
Atatürk, 14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet sırasında Araplara karşı Türklük bilinci ve gelişimi hakkında şu ifadeleri kullanmış (Faik Reşit Unat (1963). “Ne Mutlu Türküm Diyene”. Türk Dili Dergisi. Sayı: 146. Kasım 1963. Sf: 77-78):
“Bizim kuşağın gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Arap’lara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavut’lara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken “kavm-i necib” deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türk’ler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.
Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askerî İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum “Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur” mısraıyla başlayan şiirinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim* süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim dönemi yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da deneyimli ve Anadolu’lu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı.
Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla sevgi ve ilgi gösterir görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Halbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı.
Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu ulusal onurunu ağır şekilde hançerleyen “…Türk!” sözleriyle azarlamaya başlamıştı. “Sen nasıl olur da kavm-i necib-i Arab’a bağlı, Peygamberimiz Efendimiz’in mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin…” gibi gittikçe anlamsızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum.
Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat, gerçekten emre uymanın simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi.
Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: “O erin bağlı olduğu ulus, bir çok bakımdan soyu temiz olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz ulusun da tarihleri şerefle dolduran büyük ve soylu bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün soyluluğu ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir” dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.”
Barışçı, tutarlı, yapıcı millî siyaset izleyen Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz.” sözü, izlediği dış politikanın temelini oluşmuştur (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri. C. IV. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara. 1991. Sf: 608.).
Barış, istikrar ve huzuru öncelik olarak belirleyen, uluslararası hukuk ve meşruiyete saygıyı esas kılan, macera ve saldırganlık peşine düşmeyen bir dış politika izlendiği dönemde Atatürk, barışı öncüllerken ( I. Dünya Savaşı’nın ardından II. Dünya Savaşı’na doğru ilerlenen süreçte) yaşanan dış gelişmelere karşı “savaş hazırlığını” göz ardı etmemiştir.
1933 yılının 29 Ekim gecesinde Türk Ocağı’ndaki etkinliğin ardından Ziraat Bankası’nın holünde yapılan kutlamalara katıldıktan sonra Ziraat Bankası Genel Müdürü’nün odasında (dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Emniyet Genel Müdür Yardımcısı İhsan Sabri (Çağlayangil) ile Sebati Atman’ın aralarında olduğu) haziruna başı üzerindeki Türkiye haritasını göstererek “barış” ve “değişen dengelere karşı hazırlık” hakkındaki görüşünü şu sözlerle belirtmiş (İsmet Bozdağ (1975). Atatürk’ün Sofrası. İstanbul. Sf: 139-143):
““Benim başımın üstündeki haritayı görüyor musunuz?” diye sordu.
“Evet Paşam …” cevabını alınca:
“O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var, onu da görüyor musunuz?” diye ekledi.
Bu sorusuna da: “Evet, görüyoruz, Paşa Hazretleri …” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti:
“Hah, işte o ağırlık benim omuzlarımın üstündedir. Omuzlarımın üstünde olduğu için ben konuşmam. Düşünün bir kere… Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Dünyayı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı? Demek ki hiçbir şey sürgit değildir. Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşır. O zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, öz kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız.
Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür; İnanç bir köprüdür, Tarih, bir köprüdür. Bugün biz bu kitlelerden dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından uzak düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir. Tarih bağı kurmamız lazım; folklor bağı kurmamız lazım… Bunları kim yapacak? Elbette biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi onların diline yaklaştırmaya böylece birbirimizi daha kolay anlar hale gelmeye çalışıyoruz. Ortak bir mazi yaratmak peşindeyiz. Bunlar açıktan yapılmaz, adı konularak yapılmaz, bunlar devletlerin ve milletlerin düşünceleridir.
İşitiyorum, benim dil ile tarih ile uğraştığımı gören bazı kısa düşünceli vatandaşlar, “Paşa’nın işi yok, dille, tarihle uğraşmaya başladı” diyorlarmış… Benim işim başımdan aşkın… Ben bugün ileri bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız… Ama durmadan değişen dünyada yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız…“
Ve 1927 yılında Nutuk’unda bir milletin yüksek menfaatleri gereği yapmaya mecbur olduğu harplere şöyle değinmişti:
“Muharebeye “ya şehit veya gazi olmak için” gidilir. Genel olarak yiğitlik meydanında ölenlerin hepsine şehit derlerse de, sağ kalanların hepsine gazi unvanı verilmez. Bu unvanı ancak kanun verir. Medenî bir milletin, yüksek menfaatler gereği, yapmaya mecbur olduğu harpler, Arap aşiretlerinin savaşı değildir. Öyle dahi olsa, savaştan sağ salim çıkanlara belki, yalnız, anaları, babaları takdir amacıyla, “benim gazi oğlum” diyerek övünür. Fakat, millet, tarih, unvan verişinde o kadar cömert değildir.”
* Kapak görselinin sosyal medya platformlarında “100 yıl önce Arabistanlı Lawrence tarafından pusuya düşürülen Osmanlı treni bugün hala bu vaziyette çölün ortasında durmaktadır.” ifadeleriyle kullanıldığı görülüyor. Görselin 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlılara karşı başlatılan Arap İsyanı sırasında “Arabistanlı Lawrence” önderliğindeki Arap İsyancıların Hicaz Demiryolu’nda havaya uçurduğu Osmanlı trenine ait olduğu doğru. Ancak, çölde yan yatmış vaziyetteki trenin Uydu görüntüleri incelendiğinde Hicaz Demiryolu üzerindeki Halat Ammar (Khalaat Ammar) istasyonu yakınlarındaki trenin 2023 yılı itibarıyla yerinde olmadığı anlaşılıyor. Hicaz demiryolu hattında raydan çıkan Hadiyah İstasyonu yakınındaki diğer trenler ise uydu görüntülerinde hâlâ görülebiliyor.