34. Osmanlı padişahı ve 113. İslam halifesi II. Abdülhamid (21 Eylül 184210 Şubat 1918), 31 Ağustos 1876 tarihinde çıktığı tahttan 32 yıl 7 ay 13 gün sonra 27 Nisan 1909 tarihinde indirildi. 27 Nisan 1909 Salı gününü 28 Nisan 1909 Çarşamba gününe bağlayan gece maiyetindekilerle trene bindirilerek Selanik’e gönderilen II. Abdülhamid, 3 yıl Selanik’in doğusundaki Depot bölgesindeki Alatini Köşkü’nde ev hapsinde tutuldu. Balkan Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte 1912 yılında İstanbul’a getirilerek nakledilmesi kararlaştırıldı. II. Abdülhamid, 1 Kasım 1912 günü yerleştirildiği Beylerbeyi Sarayı’nda sıkı bir gözetim altında ömrünün geri kalanını geçirdi. 75 yaşındayken kalp yetmezliği nedeniyle Beylerbeyi Sarayı’nda 10 Şubat 1918 tarihinde vefat etti.

 

ikinci abdulhamid
2. Abdulhamid

 

 

II. Abdülhamid’in 1909’dan 1912’ye kadar ev hapsinde tutulduğu Alatini Köşkü’ndeki ilk gecesinin kızı Ayşe Sultan tarafından resmedildiği iddiasıyla bir çizimin sosyal medya platformlarında kullanıldığına şahit olduk.

 

Üzerinde İsmail Uz imzasını taşıyan, fesli ve sakallı bir erkeğin yerdeki şilteye uzandığı, yanında kılıcının ve bir kadının bulunduğu görülen çizim “34’üncü Osmanlı padişahımız Sultan 2’nci Abdülhamid Han’ın sürgün edildiği Selanik’te ikamet ettiği Alatini Köşkü’ndeki ilk günlerini gösteren bir çizim… Resim sultanımızın kızı Ayşe Sultan tarafından çizilmiştir.” cümleleriyle paylaşılmış.

 

alatini-kosku-2-abdulhamid

 

Bahsi geçen görseli, Ayşe Osmanoğlu’nun babası II. Abdülhamid’in Selanik’te Alatini Köşkü’ndeki ilk gecesini resmeden çizimi olduğu iddiasıyla kullanan sosyal medya paylaşımlarından örnekler şu şekilde sunulabilir:

 

Filiz’in Düşünceleri (@filiz175): “Sultan Abdülhamit Han, Alatini köşkünün ahırına kapatılmıştı.. Bunun bedeli ödenecek..”

 

“Tahttan indirilip sürgünde iken kızı tarafından yapılan resim , içler acısı bunu Sultan ABDÜLHAMİD Han ‘a reva görenler tarihin tozlu sayfalarında unutulup kayboldular. Nankörlük hainlik kansızlık böyle bir şey demekki , milletinin huzuru geleceği için tüm dünyayı karşısına alan bir devlet başkanı ve onu anlamayan gafiller , kendi çıkarları uğruna vatanı sırtlanlara peşkeş çeken hainler . Gök Sultan Ulu Hakan , Sultan oğlu Sultan ABDÜLHAMİD Han mekanın cennet makamın âli olsun inşaallah”

 

“1909 yılında İttihatçılar tarafından tahttan indirilen, Selanik’te bir Yahudi’nin köşküne hapsedilen, 34. Osmanlı Padişahı Sultan II. Abdülhamid Han’ın ikamet ettiği Alatini Köşkü’ndeki ilk günlerini, burada yaşadıklarını gösteren bir çizim resim. Resim, Sultanın kızı Ayşe Sultan tarafından çizilmiştir.-Muhammed Fatih Ergün-“

 

 

 

 

 

Tersine görsel arama ile taradığımızda bahsi geçen çizimin orijinal versiyonuna erişebiliyoruz.

 

ikinci-abdulhamid-alatini-kosku

alatini-kosku-abdulhamid

 

2. Abdülhamid’in sürgün edildiği Selanik’te Alatini Köşkü’ndeki ilk günlerini resmettiği iddiasıyla kullanılan çizimin kaynağını tespit edemedik.

2. Abdülhamid’in Alatini Köşkü’ndeki ilk gününü yansıttığı ileri sürülen çizimin 2. Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’a ait olduğuna dair bir delile rastlayamadık.

Çizimin sahipliğinin sonradan Ayşe Osmanoğlu’na atfedildiği anlaşılıyor.

Ayşe Osmanoğlu’nun anılarından Alatini Köşkü’ndeki ilk geceyi aktaran kısımların birlikte paylaşıldığı çizimin 2018 yılı sonrasında Ayşe Osmanoğlu’na ait olduğu iddiasıyla paylaşılmaya başlandığı görülüyor.

Ayşe ve Şadiye Osmanoğlu anılarında II. Abdülhamid’in yerde değil iki koltuğun birleşimi ile yapılan bir yatakta uyuduğunu aktardığı biliniyor.

 

Ayşe Osmanoğlu’nun, II. Abdülhamid’in ve diğer aile fertlerinin anılarında Alatini Köşkü’ndeki ilk günlerinin tam bir perişanlık olduğu yönünde beyanlara rastlanmaktadır.

Aile fertlerinin anılarında, II. Abdülhamid ve beraberindekiler girdikten sonra pencereleri tahta kepenklerle kapatılan 4 katlı köşkün kapılarının sıkı sıkıya kilitlendiğinin, II. Abdülhamid ve maiyetinin yorgun, bitkin ve aç olduğunun, köşkteki odalarda sadece bir masa ve iki koltuk dışında eşya bulunmadığının, bu iki koltuğun yanyana getirilip II. Abdülhamid’e yatak yapıldığının, su ve sabun olmadığının, sadece bir odada mum olduğunun, istek üzerine kovalarla su ve mum getirildiğinin, yemek olarak gönderilen yemeği çatal ve kaşık olmadığı elleriyle yemek zorunda kaldıklarının, halı, kilim ve yatak olmadığı için II. Abdülhamid dışındakilerin zemin üzerinde yaptıkları yataklarda yattığının belirtildiği görülüyor.

 

Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid başlıklı hatıratında Selanik’e varışlarını ve Alatini Köşkü’ndeki ilk gecelerini şu satırlarla aktarmış:

“Selânik’e vardığımız saati tahminden bugün âcizim. Ertesi gece saat on (yirmi iki) idi zannındayım. Şehrin istasyonunda durmadık, Trenimiz şehirden epeyce uzak, boş bir yerde durdu. Babama, geldiğimizi, burada ineceğimizi haber verdiler. Yolculuğumuz sırasında, arada bir bir kondüktör, sarışın bir genç Fransız içeriye girip makinelere bakıyordu. Kendisiyle beraber giren musahipler de bu gence “Mösyö Moris” diyorlardı. Bu çocuk merdivenin başında duruyordu, ineceğimiz yer epey yüksek olduğundan âdeta atlamak lâzım geliyordu. Birtakım zabitler sırayla dizilmişler, bize bakıyorlardı. Babam merdivenin başına gelince genç kondüktöre hitaben, “Oğlum gel, beni tut, rica ederim.” dedi. Moris derhal babamın iki elini birden tuttu, aşağı atlamasına yardım etti. Babam kendisine teşekkür ettikten sonra annemi ve bizleri de hep bu çocuk indirdi. Cümlemiz kendisine teşekkür ettik. Ondan sonra yine bir yokuştan çıkıp karanlıkta epeyce yürüdük. Arabaları beklettikleri yere geldik. Saraydan çıktığımız tertip üzere arabalara yerleştik. Hareket ettik, iki tarafımızda atlı askerler gidiyordu. Yarım saatlik bir gidişten sonra Alatini Köşkü’ne vardık.

Sarayı terk ettiği günden beri sigara içmediği için bunalmış olan babam, arabasının yanında giden atlı jandarmaya hitaben: “Hemşehrim bir sigara verir misin?” demiş ve jandarma sigarayı verdiği için pek memnun olmuştu.

Babamla birlikte Selânik’e 24 kişi gelmiştik. Tarihî bir hatıra olarak listesini burada veriyorum:

Haremleri

1— Başikbâl Müşfika Hanım,

2— İkinci İkbâl Sâzkâr Hanım,

3— Üçüncü İkbâl Peyveste Hanım,

4— Dördüncü İkbâl Fatma Pesend Hanım,

5— Altıncı İkbâl Saliha Naciye Hanım,

Kızları

6— Şadiye Sultan,

7— Ben,

8—Refia Sultan,

Oğulları

9—Abdürrahim Efendi,

10—Abid Efendi.

Hazinedarlar

11—İkinci Hazinedar Zülfet,

12—Hazinedar Gülsen,

13—Hazinedar Mülkicihan,

14—Hazinedar Nevrestan.

Musahipler

15—İkinci Musahip Cevher Ağa,

16—Dördüncü Musahip Selim Ağa,

17—Musahip Şöhreddin Ağa.

Bendegân

18—Çerkez Mehmed Paşa (Bidar Kadın’ın kardeşi),

19—Kâtip Ali Muhsin Bey,

20—Kahvecibaşı Ali Efendi.

Hademe

21—Kilerci Sıtkı,

22—Kilerci Hakkı,

23—Aşçı Veli Baba (Pederimin şehzadelikten emektarı),

24—Aşçı Mustafa.

Bu son dört kişiyi zabitler getirmişlerdir. Yıllar geçti. Fakat bu acı günlerin izleri kalbimde bakidir.

 

SELANİK’TE ALATİNİ KÖŞKÜ’NDE DOKUZ AYLIK HAYATIM

ALATİNİ KÖŞKÜ’NE GİRİŞİMİZ

Alatini Köşkü’nün bahçesindeki bütün havagazları yandığından fevkalâde aydınlıktı. Babamın arabası büyük taş merdivenin önüne yanaşmış, bizimkiler de arkadan gelmişti. Babam arabadan indiği zaman üst basamakta genç bir zabit duruyordu. Bu zabitin Fethi Bey (Fethi Okyar) olduğunu, bizimle beraber geldiğini, bize muhafız tayin edildiğini sonradan anladık. Terbiyeli bir halde babamı selâmladı. Biraz konuştular. Buraya kadar birlikte geldiğimizi söyledi.

Babam önde, bizler arkada hep birden köşkün büyük kapısından girip kendimizi büyük salonda bulduk. Arkamızdan derhal kapılar kapandı. O dakikada dünyadan ayrılmış, yeni bir âleme girmiş olduğumuzu anlamıştık. Hepimiz mahzun ve asabi bir haldeydik. Köşkün içinde bizden başka kimse yoktu. Şaşkına dönmüş, koca boş salonun ortasında birbirimize bakıyorduk. Şimdi ne yapacaktık? Ne olacaktı? Bu evde nasıl yaşayacaktık?

Görmediğimiz, düşünmediğimiz, bilmediğimiz, hatır ve hayâlimizden geçmeyen bu hâl ne idi? Geçirdiğimiz bunca tehlikeli, heyecanlı, felaketli, yorgunluklu günlerden sonra mahpus olduğumuzu anlıyorduk. Çünkü bu, acı bir hakikatti. Pencereler koca tahta kepenklerle kapanmıştı. Hariçle alâkamız nihayet bulmuştu. Biz burada yaşayacak, belki de ölecektik. Kendimizi toplamaya, teessürümüzü babamıza göstermemeye mecburduk. Mademki onun selâmeti için kendimizi bu felâkete atmıştık, babamıza olan muhabbet ve şefkatimizi esirgemeyecektik. Onun her türlü rahatını temine elimizden geldiği kadar çalışmak borcumuzdu. Evlâtlık vazifemizi ifa edecektik. Babamıza yardımda bulunmak, başına gelecek kazaların mümkünse önüne geçmek, her türlü fedakârlığı göze almak azim ve kararıyla buralara kadar gelmiştik. Onun, bizler için bundan sonra her şeyden kıymetli olan hayatının kurtarıldığına emin değildik. Bundan sonra da kim bilir neler olabilirdi. Tahtını, tacını, malını, mülkünü bir anda kaybetmişti. Yalnız elinde kalan yegâne teselli bizdik. Şimdiye kadar sayesinde sayeban olmuş, nimetini yemiş, debdebe ve saltanat sürmüştük. Daha dün padişahtı. O zaman elini eteğini öpmüştük. Bugün ise bunların hepsi elinden gitmişti. Ama bizim için O, canımız kadar kıymetli, sebeb-i hayatımız, eskisinden daha ziyade takdis ettiğimiz babamızdı. Büyük salonun ortasındaki iki koltuktan birinin üzerine oturmuş, mahzun bir halde düşünmekte olan babamızın etrafını aldık, “Efendimiz! Yorgunsunuz, istirahat buyurmaksınız. Bu odalardan birini intihap buyurunuz. Biz hemen hazırlayacağız.” dedik. Ayağa kalktı, “Bilmem ki ne yapmalı?” dedi. Sonra bize dönerek, “Siz ne yapacaksınız?” diye sordu. “Efendimiz, üzülmeyiniz. Bir çaresini buluruz.” dedikse de doğrusu ne yapacağımızı biz de bilmiyorduk.

Babam sol taraftaki odaya doğru yürüdü. Şöyle bir göz gezdirdi. “Burası bize elverişlidir.” dedikten sonra tekrar bize döndü, “Ya sizler?” dedi. Karşıki odayı göstererek, “Orası bize yeter Efendimiz.” dedik. Sofada koca bir yemek masasından başka iki koltuk vardı. Elbirliğiyle bu koltukları babamın işgal edeceği odaya çektik. Birbirine ekleyerek yatılabilecek bir hâle getirdik. “Buyurunuz Efendimiz! Şimdilik burada dinleniniz.” dedik. Lâkin iş bu kadarla bitmiyordu. Görünürde hiçbir şeyler yoktu. Boşluk içindeydik. Kızlardan Gülşen’in aklına geldi: “Belki yukarda bir şeyler vardır.” dedi. Fakat yukarıya nasıl çıkmalı idi? Bu katta havagazı vardı. Fakat merdivenden yukarısı karanlık içindeydi.

Su arıyorduk. Yıkanmak, ellerimizi tren kirinden temizlemek istiyorduk. Sabun yoktu. Yukarı kata çıkmak için mum yoktu. Kapıya vurarak musahiplere seslendik. Bunları söyledik. Onlar da Fethi Bey’e söylemişler. Fethi Bey derhal kovalarla su, mum ve sabun gönderdi. Biraz sonra da Hüsnü Paşa tarafından yemek getirildi, İstanbul’dan çıkalı beri ağzımıza bir lokma koymamıştık. Esasen İstanbul’daki son haftamızda da yemek yemiş sayılamazdık. Şöyle böyle yaşamıştık. Gençlik kuvveti bize tahammül vermişti. Hüsnü Paşa’nın yolladığı yemek, ekmekle soğut et ve dondurmadan ibaretti. Babam bunları yiyemedi. Yoğurt ile maden suyu istedi. Sular da içilecek bir halde olmadığından bize de maden suyu getirdiler.

Kaşık, çatal ve bardağımız da yoktu. Etleri elle yediğimiz gibi dondurmaları da ellerimizle yemeye çalışıyorduk. Gençlik bu… Bir yandan da bu hâlimize gülüyorduk. Böylece doyup hararetimizi de giderdikten sonra sabunla elimizi, yüzümüzü yıkadık. Kızlardan birinin yırttığı gömleğini havlu gibi kullandık. Biraz aklımız başımıza geldi. Ellerimize birer mum alarak üçer dörder kişi yukarı çıkalım, diğerleri aşağıda dursun dedik. Merdivenden çıkıp odaları dolaşmaya başladık. Odanın birinde demir bir karyola bulduk. Ötede beride unutulmuş havlu ve örtü gibi şeyler elimize geçti. Bir iki tane de sandalyeye rastladık.

Bunları aşağıya indirdik. Karyolayı söktük. Babamın odasına götürdük. O sırada Fethi Bey de bir otelden birtakım yorganlar, yastıklar getirmiş, ağalarla içeri göndermişti. O kadar kirli şeylerdi ki tarif edemem. Bununla beraber en temiz olanlarını Efendimiz için ayırdık. Hemen bir yatak hazırladık. Kalanları da aramızda taksim ettik.

Diş çıkarmasından zaten biraz hasta olan zavallı Abid Efendi saraydan uykuda çıktığı gibi bütün yolculuğumuz müddetince de anasının kucağında uyumuştu. Anasının kolu uyuşmuştu. Saraydan çıkarken arabanın kapısı kırıkmış. Hızla giderken kapı açılıp fırlamak ihtimali olduğundan kadıncağız parmağını kapının halkasına geçirmiş, bir taraftan da oğlunu tutmuş. İnerken de uyuşmuş ve şişmiş olan parmaklarını annemin yardımıyla halkanın içinden güçlükle çıkarabilmiş. Şimdi hâlâ oğlunu kucağında tutuyor, bitkin bir halde bulunuyordu. Yine yukarda berjer tarzında bir iskemle bulmuştuk. Anası, Abid Efendi’yi bunun üzerine yatırdı. Zavallı masum, dünyadan habersiz, hâlâ uyuyordu.

Bütün evin içinde bir halı, bir kilim parçası dahi yoktu. Cümlemiz yorganlara sarılarak kuru tahtaların üzerine serildik. Her pencerenin ve her kapının, önünde birimiz yatmıştık. Musahip Ağaları da selâmlık kapısının önüne yatırdık. İşte Selanik’te Alatini Köşkü’nde ilk gecemiz böyle geçti.”

 

Şadiya Osmanoğlu “Babam Abdülhamid – Saray ve Sürgün Yılları” başlıklı hatıratında

Sirkeci istasyonunda subayların refakatinde trene bindirildik ve derhal sessizce hareket ettik. Babama bakıyordum, sakindi. Halinde telaş ve keder görünmüyordu. Ye’simi ve mahzun mahzun baktığımı görünce:

“Benim teessürüm sizin gibi gençlerin ve saraydaki kızların taarruz ve tecavüze maruz kalmaları ihtimalini düşünmekten ileri geliyor. Bana gelince canımın hiç kıymeti yoktur. Ecdâdım bu devlet ve millete, büyük hizmetler ifâ ettikleri halde bir çokları ne felâketlere, ne feci âkibetlere uğramışlardır. Hanedânımızın kıymetini hiçbir zaman takdir edemediler. Vatanımız diye, Meşrutiyetin başından beri bar bar bağıranlar içinde, vatanın ne olduğunu bilmeyenler çoktur. Farkında olmadan yaptığım hatalar bulunabilir. Kusurdan yalnız Allah münezzehtir. Ben bir insanım ve milletime hizmet ettiğime kaniim,” dedi.

Tahtı, sarayı, hazinesi ve askerleri elinden alındıktan; böyle karanlık bir gecede, silahların tehdidi altında, hangi âkibetin bizi beklediği meçhûl iken; babamın mütehakkim bir edâ ile söylediği bu sözleri dinlediğim vakit; hayatımda onun, ne kadar büyük, ne kadar kuvvetli ve ne kadar sabırlı bir insan olduğunu ilk defa anlıyordum. Tahtının önünde ayaklarına kapanılan, yer öpülen bu insan, şimdi karanlık ve soğuk bir kompartımanın penceresinden, dalgın, ufukları seyrediyordu.

Baş muhafızımız Fethi Bey çok terbiyeli bir zat idi. Babama trende nezâket ve terbiye dairesinde muamele ettiği gibi, bizlere de aynı şekilde davranmıştı. Gece yarısı, büzüldü¬ ğümüz köşelerimizde uyandırıldık. Tren durmuştu. El fenerlerinin ışığı ve el yardımı ile arazide bir yere kollarımızdan tutularak indirildik. Babam kendi kendine basamaktan zemine atladı.

Dizlerimize kadar çıkan otların arasından yürüdük, tekrar arabaların hazır olduğu bir mahale geldik. Bunlara bindirildik ve yol almaya başladık, hayat ile memat arasında karanlıkta seyahat ediyorduk.

Küçük kardeşim iki buçuk yaşında idi, açlıktan ağlıyordu, ağladıkça annesi yanına aldığı sudan bir miktar ağzına damlatıyordu.

Büyük bir kapının önünde durduk. Fethi bey geldiğimiz yerin “Alâtini Köşkü” olduğunu ve ikametimize tahsis edildiğini söyledi.

“Emniyetiniz, benim muhafaza ve nezaretime tevdi edilmiştir, daima buradayım, bir emriniz olursa gelirim” dedi.

İstanbul’dan Selanik’e babamla gelenler, ilk defa, Alâtini Köşkünün avlusunda birbirlerini tam mevcudu ile görüp tanıdılar.

Babamın aşçısı, kahvecisi, dört tane harem ağası ve haremden kendi arzularıyla hizmet için gelen dört kız, mevcudun arasında idi.

Hemen köşkün içinde yerleşmeye ve babamı istirahate geçirmeye koyulduk. Selanik Valisi, bize bir tepsi yemek ve dondurma göndermişti. Babam bunları geri çevirdi. Biz o kadar susamıştık ki, dayanamayarak kaşıkları unutulmuş dondurmaları alakoyup parmaklarımızla yemiştik.

Fethi Bey, uyumak için odasına gitmek üzere yanımızdan ayrılırken, bir kanepenin üzerinde baygın baygın uyuyan iki yaşındaki kardeşimi gördü. Ona yaklaştı, başını eğdi ve çocuğu öptü “Zavallı yavrucak,” diye söylendiğini ve gözünden akan yaştan bir damlanın çocuğun yüzüne düştüğünü gördüm.

Fethi Bey’in bu asîl hareketinin, beni ne kadar teselli ettiğini târif edemem. Fethi Bey temiz ahlâk ve vicdan sâhibi bir zat idi.

Alâtini Köşkü şehir dışında büyük bir arazi ortasında üç katlı güzel bir bina idi, denize bakıyordu, möbleleri çok eksik idi, yemek salonunda bir masa, birkaç sandalye vardı. Odaların bazılarında, demirden eski somyeler ve üzerlerinde içi ot dolu küçük yastıklar bulunuyordu.

Babam yatakta yatmazdı. Kendine mahsus şezlongları vardı. Onların üzerinde yatardı. Günde en fazla beş saatlik bir uykusu vardı. Babam birinci katta bir odayı seçti. İki koltuğu bir araya getirip kendine yatacak yer yaptı, “İşte yatağım!” dedi.”

 

 

II. Abdülhamid’e ait sanılan hatıratta Alatini Köşkü’ndeki ilk akşam kendilerine kurulan sofrada çatal, bıçak, kaşık ve bardak olmadığı için elle yemek yediğinin, iki eski koltuğu birbirine yaklaştırıp yatak yaparak uyumaya çalıştığının, sadece kendi odasında bir mum bulunduğunun, kapının üzerlerine kilitlendiğinin belirtildiği görülüyor.

 

 

II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra ikâmete mecbur edildiği Alatini Köşkü (Villa Alatini de Salonique / Villa Allatini / Βίλλα Αλλατίνι) Selanik’in Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olduğu dönemde Selanikli musevi fabrikatör Georgio Alatini tarafından 1898 yılında inşa ettirilmiştir.

 

alatini-kosku-selanik alatini-kosku-selanik

 

 

 

II. Abdülhamid’in 27 Nisan 1909’da hal’olunduktan sonra Selânik’e sürgün edildiği sürece dair farklı yanlış iddialar da geçmişte paylaşılmıştı.

 

 

Görselin 2. Abdulhamit’in Sürgüne Gönderildiği Ana Ait Fotoğraf Olduğu İddiası

 

Osmanlı Padişahı II. Abdulhamit’in sürgüne gönderilirken çekilen fotoğraf olduğu iddia edilen görsel aslında Gennaro D’Amato adlı ressam tarafından çizilen resme ait.

 

gennaro damato abdulhamit ikinci tablosu
Gennaro D’Amato’nun 2. Abdulhamit çizimi

 

Görselin 2. Abdulhamit’in Sürgüne Gönderildiği Ana Ait Fotoğraf Olduğu İddiası

 

 

2. Abdülhamit’in Sürgüne Yollanışını Kutlayanlara Ait Sanılan Fotoğraf

 

II. Abdülhamit’in sürgüne gönderilmesini İstiklâl Caddesi’nde İngiliz, ABD ve Yunan bayraklarıyla kutlayan kitleye ait olduğu sanılarak paylaşılan fotoğraf aslında 2. Abdülhamit’in tahttan indirilip sürgün edilmesinden 1 yıl önce 1908 yılında 2. Meşrutiyet’in ilanı için eski adıyla Cadde-i Kebir olarak bilinen şimdiki adıyla İstiklâl Caddesi’ndeki yapılan kutlamada kaydedilmiş.

 

ikinci mesrutiyet kutlama

1908 ikinci mesrutiyet kutlamasi

 

2. Abdülhamit’in Sürgüne Yollanışını Kutlayanlara Ait Sanılan Fotoğraf

 

Mithat Paşa’nın 2. Abdulhamid’in Devrilmesinden Sonra “Biz Sadece Abdulhamid’i Yıkmaya Odaklandık Onu Hiç Düşünmemiştik” Dediği İddiası

Mithat Paşa’nın 2. Abdulhamid’in devrilmesinden sonra “Biz sadece Abdulhamid’i yıkmaya odaklandık onu hiç düşünmemiştik” dediği iddiası asılsız. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden 25 yıl önce ölen Osmanlı devlet adamı Mithat Paşa’nın böyle bir sözü söylemiş olma ihtimali bulunmuyor. Milâdi 1822 doğumlu Mithat Paşa, 1884 yılında 2. Abdulhamid 1909 yılında tahttan indirilmeden 25 yıl önce vefat etmiştir.

 

Mithat Paşa’nın 2. Abdulhamid’in Devrilmesinden Sonra “Biz Sadece Abdulhamid’i Yıkmaya Odaklandık Onu Hiç Düşünmemiştik” Dediği İddiası

 

II. Abdulhamid’in Sürgün Edildiği Selanik’in “Güvenliği”

Emin Çölaşan, Sözcü Gazetesinde 25 Şubat 2017 günü yayımlananAbdulhamid Gerçekleri” başlıklı yazısında, Payitaht Abdulhamid dizisindeki tokat sahnesinin gündeme gelmesinin ardından II. Abdulhamid’i konu edinmiş. Çölaşan yazısında, II. Abdulhamid’in tahttan indirildikten sonra İmparatorluktaki en güvenli yerlerden olduğu değerlendirilen Selanik’e sürgün edildiğini iddia etmiş:

“Bu sırada Balkan Harbi başlamış, Bulgar ordusu neredeyse İstanbul’un kapısına dayanmıştı. İttihat Terakki hükümeti İstanbul elden giderse devletin eski padişahı da esir düşebilir korkusuyla Abdülhamit’i İmparatorluğun en güvenilir bölgesi olan Selanik‘e (çocukları ve karılarıylabirlikte) sürgün gönderdi. Orada devlet tarafından kiralanan Alatini köşkünde kaldılar.”

Selanik’in içinde bulunduğu Balkan coğrafyasının ilgili dönemdeki akıbeti, Emin Çölaşan’ın Selanik’e ilişkin güvenlik değerlendirmesini haksız kılıyor.

32 yıl 7 ay 13 günlük saltanatının ardından tahttan indirilen II. Abdulhamid, 27 Nisan 1909 Salı gününü 28 Nisan 1909 Çarşamba gününe bağlayan gece Sirkeci’deki trene bindirilerek Selanik’e gönderilir. Yani, sürgün edilir.

Balkan Savaşları arefesinde Bulgaristan 1908 yılında bağımsızlığını kazanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Balkan devletleri arasında ittifaklar yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan Krallıkları Balkanlarda genişlemeci politikaları ve faaliyetleri gütmektedir bu dönemde.

Balkan Harbi’nin ayak seslerinin işitildiği bu yıllarda Osmanlı Ordusu da Balkanlarda seferberlik halindedir.

I. Balkan Harbi’nin 8 Ekim 1912’de patlak vermesinin hemen akabinde II. Abdulhamid Almanların S.M.S. Loreley gemisi ile 26 Ekim 1912 tarihinde Selanik’ten İstanbul’a nakledilir. Bu nakildeki en büyük gerekçe de şüphesiz, Selanik’in Balkan Savaşı esnasında Yunanlıların eline geçeceği, haliyle sabık padişah II. Abdulhamid’in de Yunanlılarca tutsak alınabilecek olmasıdır.

Hâl böyle iken, Selanik’in Osmanlı’nın en güvenli bölgesi olduğunu iddia etmek hiç mantıklı ve yerinde değildir.

 

Bekir Hazar ve 2. Abdulhamit’in Çanakkale Tahkimi

Bekir Hazar, Takvim Gazetesi’nde 9 Ağustos 2016 tarihinde yayınlanan “Dezenfekte” başlıklı yazısında yine bir tarihi içerik hatası yapmış:

“İttihatçı iki Paşa Yıldız’da göz hapsindeki Abdülhamid Han’a koşarak “Bir yerlerde bir hata yaptık. Ülke elden gidiyor. Sen siyasette dehasın. Ne yapmalıyız?” diyerek yardım istediler. Abdülhamid Han “İhanetiniz sonrası 3 ayda giden Balkanları artık 30 yılda geri alamayız” dedi. Hainlerin yuvarladığı kartopu çığ olmuş artık geri dönüş yoktu. İstanbul’dan çekilmeyi bile planlayan iki Paşa “Düşman Çanakkale’ye geliyor” diye yalvaran gözlerle baktı. Abdülhamid Han kendisini devirenlere “Merak etmeyin Çanakkale’ye öyle bir tahkim yaptırdım ki,kimse geçemez” dedi…”

II. Abdulhamid Yıldız Sarayı’nda ikamet etti; ancak, tahttan indirildikten sonra kısa bir süre Selanik’te, akabinde İstanbul’daki Beylerbeyi Sarayı’nda vefat ettiği 1918 yılına değin göz hapsinde tutuldu. Yıldız Sarayı’nda değil. Ezberden konuşmamak lâzım.

2 Paşanın II. Abdulhamid’i ziyareti esnasında gerçekleştiği iddia edilen görüşme de Bekir Hazar’ın salladığı/abarttığı şekilde gerçekleşmemiştir. Her ne kadar sağlam bir tarihi kaynakta yer almasa da, söz konusu görüşmenin aşağıdaki gibi gerçekleştiği rivayet olunur:

Sadrazam Talat Paşa ile Harbiye nâzırı ve Başkumandan vekili Enver Paşa onu ziyaretle, durumu ve kararı anlatarak kendilerinin nereyi tercih edeceğini sorarlar Sultan Hamid meseleyi anladıktan sonra şunları söyler: –“Bir kere, ne yapıp edip bu harbe girmemeniz gerekirdi; girdiniz. -Saniyen, mecbur kalındı ise, kara devleti olan Osmanlı’nın İkisi de kara devleti olan Almanya+ Avusturya ile değil., deniz devleti vasıfları çok daha ağır basan İngiltere+Fransa+İtalya ile ittifak etmesi icap ederdi; aksini yaptınız. Bunu da mı akıl edemediniz? -Sâlisen, ben Çanakkale’yi öyle tahkim ettim ki, eğer bu durumunu muhafaza edebilirseniz müttefik donanma ve orduları değil, bütün dünyâ gelip dayansa oradan geçip İstanbul’u işgal edemezler. -Dördüncüsü, dedem Fâtih İstanbul’u fethettiğinde Bizans imparatoru Konstantin, surların iç kesiminde muharebe kıyafeti ve elinde kılıcı ile ölü bulundu. Ben Osmanoğlu Abdülhamid Konstantin’den daha üstünüm. Çanakkale yarılırsa, düşman ancak benim cesedimi çiğneyerek İstanbul’u işgal edebilir. -Siz nereye giderseniz gidin, ben buradan bir yere gitmem” der. Talat Paşa, geri dönerken şu soruyu sorar Enver Paşa’ya: –“Sultan Hamid’i devirmekle yediğimiz haltı şimdi anlayabildin mi?”

 

Bekir Hazar’la Tarihin Derinliklerinde Seyahate Devam

Bekir Hazar, magazin haberciliği geçmişinde edindiği derin tarih bilgisini okurlarıyla paylaşmayı 5 Ocak 2016 tarihli “Arşivimize kavuşuyoruz” başlıklı yazısında sürdürmüş:

“Onun için Osmanlı’nın yıkıldığı günlerde bir ses İnönü’nün kulağına üflüyordu; “Osmanlı arşivlerini ortadan kaldır” diye. Onun için İnönü vagonlarla Osmanlı arşivlerini bedavaya hurda olarak satıyordu Bulgarlar’a.”

Osmanlı arşivlerinin Bulgaristan’a satılması, 1931’de, Osmanlı yıkıldıktan çok sonra gerçekleşti.

“Onun için Sultan Abdülhamid’i devirmek isteyenler ilk önce ÇIRAĞAN Sarayı’na saldırıyor ve ateşe veriyordu. Neden Çırağan ilk saldırı hedefiydi ve neden yakılıyordu? Çünkü o Çırağan’daki arşivlerde bu ülkeye ihanet edenlerin, İngilizler’e ruhlarını ve bedenlerini para karşılığı teslim edenlerin tamamının listesi vardı.”

Çırağan’ın basılması hadisesi aslında II. Abdulhamid’e karşı yapılan 1878 yılında Çırağan Sarayı’nda tutulan eski Osmanlı padişahı V. Murat’ın kurtarılarak tahta tekrar geçirilmesini hedefleyen darbe girişimini çağrıştırır. Abdulhamid’i devirmek isteyenlerden kastı Hareket Ordusu olsa gerek. Hareket Ordusu, 31 Mart Vakası sürecinde Yıldız Sarayı’nı basıp yağmalamıştır. Çırağan Sarayı’nı değil. Sultan Abdulhamid zaten Yıldız Sarayı’nda ikamet etmekteydi.

 

 

Yorumunuzu yazınız...