II. Meşrutiyet’in ilanının ardından İstanbul’a gelen yeni İngiliz Büyükelçi Gerard Lowther’ı Sirkeci’de karşılayan kalabalığın, at arabasını koşumlarını sökerek elçilik binasına kadar kendilerinin çektiğini ve aşırı sevgi gösterilerinde bulunduğunu belirten aktarımlar mevcut. Bu hadiseye ait olduğu iddiasıyla paylaşılan görseller ise yapay zekâ aracıyla hazırlanmış.
Jöntürklerden bir grubun 31 Temmuz 1908 günü İstanbul’a gelen İngiliz büyükelçisi Gerard Lowther’in arabasının atlarını Sirkeci Garı’nda söküp Galata’nın sarp sokaklarından geçerek İngiliz büyükelçiliğinin binasına kadar kendileri çektiği iddiası son dönemin popüler siyasî göndermelerinden biri hâline geldi.
Örneğin, TBMM’de 2026 yılı bütçe görüşmelerinde söz alan AK Parti İstanbul Milletvekili Nihan Ayan “Eskiden İngiliz elçisinin arabasının atlarının yerine geçip kendileri çekenler bugün kurtar bizi İngiltere diye kapılarında feryat ediyorlar.” ifadelerini kullandı. CHP Grup Başkanvelili Ali Mahir Başarır, bu cümleye “O size yakışır.” ifadesiyle tepki gösterdi ve Nilhan Ayan’a Pelit Pastaneleri ile ilişkisi üzerinden “Hayat çok güzel on bin liraya pasta üret ayak ayak üstüne at kahveyi iç sonra burada konuş hadi ordan be!” yanıtını verdi.
Bu atışma dışında II. Meşrutiyet’in ilanının ardından Jön Türklerin İngiliz elçisinin at arabasının koşumlarını çıkararak, kendilerini atların yerine koştuğu ve elçiyi taşıdığı iddiası son aylarda sosyal medya platformlarında yaygın şekilde paylaşıldı.
Bu rivayeti resmeden, yapay zekâ aracıyla hazırlanan görseller ve videolar gerçek bir kayıtmış gibi paylaşıldı.
İngiliz sefirine yapılan karşılamaya ait olduğu iddiasıyla paylaşılan görseller ise yapay zekâ aracıyla hazırlanmış. pic.twitter.com/U4i70hrEiF
— Malumatfuruş (@malumatfurusorg) December 21, 2025
Yapay zekâ ürünü görüntüleri kullanan sosyal medya paylaşımlarından örnekler şöyle sunulabilir:
Yusuf Kaplan (@yenisafakwriter): “Meşrûtiyet’te İngiliz muhibliği öylesine tavan yapıyor ki, İngiliz sefirinin at arabasındaki atların yerine bizim “Jöntürkler” geçiyor ve at arabasını bu hâlde İngiliz Sefaretine kadar çekiyorlar! Jöntürkler, memleketi ancak İngilizlerle kurtarırız diyerek “vatan kurtarma”ya soyunan o zamanın celladına âşık tasmalı çekirgeleri! İş o kadar ciddiye biniyor ki, Almanya sefiri de, benzer bir karşılama ve at arabasının çekilmesi talebinde bulunuyor ama talebi karşılanmıyor! Koskoca Devlet-i Âliyye, üç beş çapulcu komitacının elinde oyuncak oluyor, İngilizci, Almanca, Rusçu ekipler arasındaki çatışmalarla un ufak oluyor: 10 yılda batırıyorlar İttihatçılar koca devleti. Şimdi Rus Muhipleri cemiyeti müntesipleri, Çin muhipleri cemiyeti müntesipleri, İngiliz Muhipleri cemiyeti müntesipleri, Amerikan Muhipleri cemiyeti müntesipleri ve tabii onca alçaklığına rağmen İsrail Muhipleri cemiyeti müntesipleri cirit atıyor memlekette! Ne memleket ama!”
Meşrûtiyet’te İngiliz muhibliği öylesine tavan yapıyor ki, İngiliz sefirinin at arabasındaki atların yerine bizim “Jöntürkler” geçiyor ve at arabasını bu hâlde İngiliz Sefaretine kadar çekiyorlar!
Jöntürkler, memleketi ancak İngilizlerle kurtarırız diyerek “vatan kurtarma”ya… pic.twitter.com/Qum09LBaBP
— yusuf kaplan (@yenisafakwriter) October 8, 2025
İbrahim Melih Gökçek (@06melihgokcek): “İNGİLİZ BÜYÜKELÇİSİNİ BEYGİRLER YERİNE ÇEKEN BU JÖNTÜRKLER BILIN BAKALIM KIMIN DEDESI?”
İNGİLİZ BÜYÜKELÇİSİNİ
BEYGİRLER YERİNE ÇEKEN BU JÖNTÜRKLER BILIN BAKALIM KIMIN DEDESI? pic.twitter.com/oKLg0YNIGK— İbrahim Melih Gökçek (@06melihgokcek) December 18, 2025
Akman Akar (@AkmanAkar4): “kendilerine jöntürk dediler osmanlıya en büyük ihaneti ettiler sonrasında ingiliz elçisine eşşek oldular sorsan cumhuriyet kudular ingilizi kovdular”
kendilerine jöntürk dediler
osmanlıya en büyük ihaneti ettiler
sonrasında ingiliz elçisine eşşek oldular
sorsan cumhuriyet kudular
ingilizi kovdular pic.twitter.com/EpEMPkaCAe— Akman AKAR (@AkmanAkar4) October 7, 2025
Selçuk (@Selcuk14_53): “Tevfik Fikret : İngiliz Sefirinin arabasının atlarını çözüp, Pera’daki İngiliz sefaretine kadar arabayı bizzat çeken Jön Türklerden bir tanesidir.”
Tevfik Fikret : İngiliz Sefirinin arabasının atlarını çözüp, Pera’daki İngiliz sefaretine kadar arabayı bizzat çeken Jön Türklerden bir tanesidir. pic.twitter.com/lYRuhl4YY8
— SELÇUK (@SELCUK10_) October 10, 2025
Ayla Aksu (@rteaylaaksu): “Padişah ve ailesi hain olsalardı Avrupa’da bulaşık yıkayıp parklarda ölmezler, Jon Türkler gibi gavura, Köpeklik yapsalardı, Sürgün edilmez, bilâkis Can Dündar gibi saraylarda ağırlanırlardı.”
Padişah ve ailesi hain olsalardı Avrupa’da bulaşık yıkayıp parklarda ölmezler,
Jon Türkler gibi gavura,
Köpeklik yapsalardı,
Sürgün edilmez,
bilâkis
Can Dündar gibi saraylarda ağırlanırlardı. pic.twitter.com/RBqGh3Bvnw— Ayla Aksu (@rteaylaaksu) November 3, 2025
Paylaşılan görüntüler yapay zekâ ürünü.
Bahse konu karşılamaya ait bir görsel mevcut değil.
Yapay zekâ araçlarına farklı komutlar girerek tarihî görünümlü farklı görseller hazırlanabilir..
Yapay zekâ araçlarına farklı komutlar girerek tarihî görünümlü farklı görseller üretilebilir… pic.twitter.com/fL1cb22PBT
— Malumatfuruş (@malumatfurusorg) December 21, 2025
İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu Büyükelçisi Nicholas O’Conor’ın 19 Mart 1908 günü vefatının ardından yerine atanan Gerard Lowther 30 Temmuz 1908 günü İstanbul’a geldi.
1908-1913 yılları arasında İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği görevinde bulunan Gerard Lowther tarafından hazırlanan ve Londra’daki Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen telgraflarda ve yıllık raporlarda, İstanbul’a yeni görevi için vardığında Sirkeci’den itibaren arabasının atının yerine kendilerini koşan gençlerce çekildiğine dair bir aktarım yer almıyor.
İngiliz Dışişleri Bakanı Edward Grey ise Büyükelçi Lowther’a yazdığı 31 Temmuz 1908 tarihli mektuba “Azizim Lowther, İstanbul’a ilginç ve müsait bir zamanda varmış bulu- nuyorsunuz. Tayin edildiğin günlerde sana böylesine bir karşılama töreni yapılacağını ikimiz de tahmin etmiyorduk.” cümleleriyle giriş yapmış.
| Doğu Ergil’in “A Reassessment: The Young Turks, Their Politics And Anti-Colonial Struggle” başlıklı makalesinde “British Documents on the Origin of the War, No. 263, PRO, London” dipnotunda yer verilen kaynak tarandığında ilgili diplomatik yazışmada bu yönde bir aktarımın geçmediği görülüyor. |
Ancak, ilgili dönemde yaşayan Ahmet İhsan Tokgöz ve Ali Haydar Midhat, II. Meşrutiyet’in ilanından birkaç gün sonra yeni İngiliz Büyükelçi İstanbul’a geldiğinde bu tip bir karşılama yapıldığını belirtmiş.
Servet-i Fünun dergisinin yayıncısı Ahmet İhsan (Tokgöz), Matbuat Hatıralarım adlı hatıratında İngiliz elçisine yapılan karşılamayı şu satırlarla anlatmış (1930. Cilt: I. İstanbul. Sf: 106):
“Afrika’nın cenubundaki Kap müstemlekesinde Boerler (Bauer), İngilizlere karşı istiklâl harbi açmıştı. İngiltere, merkez hükümetinden 7000 mil uzakta çetin bir muharebeyi kabule mecbur olmuştu. Bu onun için bütün müstemleke siyasetinin ruhuydu. Elindeki hesapsız vasıtalarla kendi lehine müthiş bir propaganda açmıştı. İstiklâlini arayan Boerlerle onun aziz reisi Krüger’i cihana âsi ve hain göstermişti. Bu siyaset propagandasına İstanbul çabuk. inanmıştı. Çünkü Abdülhamid’in zalim idaresinden yanmış olan Türk münevverleri, müstebit padişahın İngiltere’ye karşı gösterdiği itimatsızlıkları İngiltere lehine meyl için en doğru alâmet olarak kabul etmişti. Adeta Türk münevverleri derin bir galat-ı rü’yete uğramıştı. Bu aldanışa ben de dahildim, tekmil Edebiyat-ı Cedîde ailesi de aynı kanaatte idi. O zaman biz İngiltere’yi dünyanın en hürriyetperver, en insaniyetli idaresi sanıyorduk. Zaten bu kanaat sevkiyle 1908 inkılâbında münevverlerin ruhunda derin bir İngiliz muhabbeti vardı ve o kadar yüksekti ki, 1908 Temmuzunun 23’ünde İstanbul’da bulunmayan İngiliz sefiri Malet, şehrimize döndüğü zaman Sirkeci istasyonunu baştan başa doldurmuştuk. Sefiri candan ve gönülden alkışlıyorduk. Nihayet coşkun gençler, sefirin arabasını çeken atları söktüler, arabayı kendi kolları ile çektilerdi.”
| Ahmet İhsan Tokgöz, 1913 yılında göreve başlayan İngiliz büyükelçisi Louis du Pan Mallet’in 1908 yılında II. Meşruiyet’in ilanının ardından İstanbul’a geldiği yönünde yanlış bir bilgi paylaşmış. |
II. Abdülhamit yönetimine karşı olduğu için yurt dışına çıkmak zorunda kalan, Meşrutiyet’in yeniden ilânı üzerine ülkeye dönen, Sadrazam Midhat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Midhat Bey, “Hâtıralarım 1872-1946” adlı otobiyografisinde bu vakayı şöyle aktarmış (1946. Mithat Akçit Yayını. Güler Basımevi. İstanbul. Sf: 192):
Meşrutiyetin ilk günlerinde, halkın İngilizlere gösterdiği muhabbet ve dostluk tezahürleri, Alman Sefirini oldukça düşündüren bir keyfiyet olmuştu. Halk, İngiliz Sefiri Sir G. Lawter’ın arabasının hayvanlarını sökerek, arabayı, tâ Sefarethaneye kadar bizzat çektikleri zaman, Alman siyasetinin Türkiyede iflas ettiğine hüküm edenler olmuştu. İngilizlere karşı bu kadar sevgi izhar olunurken, Abdülhamit, Almanlara dostluk gösterdi diye, aksine olarak, Almanlar aleyhinde nümayişler yapılıyor ve gazetelerde Baron Marşal’ın istibdat devrindeki hareket ve hizmeti hakkında imalar eksik olmuyordu.
Fakat, tecrübeli Sefir, bu yüzden bir mes’ele çıkarmadan her muameleye sükûnla tahammül etmiş, hatta idareyi ele alanların yüzüne gülmekte bile kusur etmemiş, İngiltere ve Fransanın müşkilât gösterdikleri malî ve siyasî mes’elelerde, Hükümete her türlü yardım ve müzaherette bulunmaktan geri kalmamıştı.Bu sayede dahili siyasi mücadelelerden tamam ile uzak kalarak, az zaman içinde, İttihat ve Terakki Hükümetinin, ağları içine düşünmeğe muvaffak olmuştu. Zaten, İııgilterenin, Kâmil Paşanın şahsına gösterdiği hususi dostluk ve teveccüh, İttihatçıları bir derece kızdırmış olduğundan, bu yüzden, İngilizlerle İttihatçıların arasıda açılmıştı. Bundan sonra, artık, harici siyasetimizinibresi Berline müteveccih olmağa başlamıştı.”
Galip Kemali Söylemezoğlu’nun “Hariciye Hizmetinde 30 Sene” başlıklı hatıratında İngiliz elçisine yapılan karşılamanın etkilerinin şu şekilde aktarıldığı belirtilmektedir (Orijinalinden teyit edemediğimiz bu alıntı “C.I. Maarif Basımevi, İstanbul, 1955, s. 128” kaynakçasıyla alıntılanmaktadır.):
“Meşrutiyetin ilan edildiği günlerde Alman Büyükelçisi Kont Marschall İstanbul’da değildi. Büyükelçi Almanya’dan dönmeden önce Alman Büyükelçiliği baş tercümanı Osmanlı Hariciye Nezaretine gelerek, büyükelçileri Sirkeci garına gelince, gençlerin İngiliz Büyükelçisinin arabasını çektikleri gibi onun arabasını da çekmelerini istemişti. Hariciye Nazırı Tevfik Paşa ona verdiği cevapta, İngiliz Büyükelçisinin arabasını gençlerin, kendisinin teşviki olmadan, kendi istekleriyle çektiklerini, gençlerin isterlerse Alman büyükelçisinin de arabasını çekebileceklerini söylemişti. Büyükelçi 25 Ağustos 1908’de Sirkeci garına gelince, arabasını atlardan başka çeken olmamış, onu yalnızca küçük bir meraklı topluluk seyretmişti.”
Rıza Nur ise “Hayat ve Hatıratım” adlı otobiyografisinde II. Meşruiyet’in ilan edildiği günkü coşkulu kalabalığın kutlamasını aktardığı kısımda (at arabasının çekilmesi gibi bir hadiseye değinmeden) İngiliz sefaretine yürüdüklerini şöyle anlatmış (Cilt: I. Altındağ Yayınları. İstanbul. 1967. Sf: 246-248):
… Yapma dedi. Hadi defol dedim. Keskin sirke kendi kabina zarar verir dedi. Biz yürüdük. Baktım alay intizamsız. Dörder, dörder dizip bir tabur yaptım. Bayrakları açtık. Üsküdar yolunu tuttuk. Haydarpaşadan gitmek tehlikeliydi. Mâni olabilirlerdi. Önde bir takım bayraklar, sonra ben, sonra talebe gidiyorduk. Selimiye önüne geldik. Dörtnala bir araba geldi; önümüzde durdu. İçinden Hüsnü Paşa indi. Bu bahriyeli paşa o zaman tibbiye mektebinin nâzırı idi. Telâş içinde bize «Dönün!» dedi. Talebe durdu, bana baktılar. Ben daha söylemeden beni görüp Hüsnü Paşa yanıma geldi, dedi ki; «Sen gençsin, aklın ermiyor. Bunları ayaklandırmışsın. lân boştur. Efendimiz böyle şey yapmaz. Ben bilirim. Sonra sen perişan olursun.» Put gibi durdum. «Hadi, sö zümü dinle! Dönün! Sana yazık olur; mümtaz bir doktorsun. Etme!» dedi. Bana talebe gevşiyor gibi geldi. Derhal talebeye gayet sert ve heyecanlı bir surette: «Yürüyün!» dedim; yürüdüler. Bu Abdülhamit yâveri paşa kordonu ile bakakaldı. Demek gece işi ne kadar gizledimse de yine haber almış; fakat biz hazırlığımızı yapmıştık, mektepten de çıkmıştık. Çıkmadan evvel olsaydı belki de mümkün olmazdı. Çıkamazdık. Şimdi döner miyiz? Sür’atle ve sessizce ilerledik. Üsküdar iskelesine geldik. Derhal araba vapurunu istila ettik. Kaptana derhal hareket emrini verdim. Bu vapur Beşiktaşa uğrarmış; «Olmaz» dedim. Bu vapurun iskelesi Sirkecidedir. Doğru köprüye, Kadıköy iskelesi tarafına yanaştırdım. Köprüye çıktık. Galata tarafına yürüdük. Ahali etrafımıza üşüştü. Meydana gelince Tring mağazası önünde bir araba tıkılmış, kalabalıktan gidememiş duruyordu; derhal üstüne çıktım, bir nutuk verdim. Alkış, bağırışma, kıyamet koptu; fakat ne dediğimden bir kelime bile bilmiyorum. Kendimi kaybederek söylemişim demek. Ağzıma geleni söylemişim olsa gerek. Talebeden ahaliden birkaç kişi beni tutup omuzlarına aldılar. Nereye dediler. «Beyoğluna, İngiliz sefarethanesine» dedim. Domuz Sokağın- dan yürüdük. Artık ben, talebe, ahali deli gibi olmuş, bağırıyorduk. Arasıra nutuk söylüyordum. Tramvay yolun dan İngiliz sefarethanesine kadar geldik. İçeriye girdik benim zorum buraya gelmek, Ingilizlerin Türk milletine yardımını istemekti. Abdülhamid meşrutiyeti yapmaz diye korkuyordum. Zannediyordum ki, İngiltere bize yardım eder, meşrutiyeti yaptırır. Gece mektepte bu bapta bir de nutuk hazırlamıştım avucumdaydı. Onu okudum. İngiltereye Türkün dostluğu ve duasını söylüyordum. Diyordum ki «Dünyanın denizlerini Ingiliz donanması doldursun sonra da İngiltere Türkün hürriyetine yardım etsin.>> temennisiydi. Bu nutku okudum ve sefarethaneye teslim ettim. Otuz yaşımda, doktor, profesördüm ama ne saf çocukmuşum. Bir devlete böyle bir dua ile yardım ediverirler mi? Bütün Türk milleti işte böyle saf, cahil ve dünyadan bihaberdik. Oradan çıktık; cadde-i kebire girdik. Bunu haber alan Alman ve Fransız sefarethaneleri de «Bize de gelsinler» diye haber gönderdiler. Kabul etmedim. Nutkuma, bağırmalarımıza devam ediyorduk. Bayrağın bir ucu yaya kaldırımının birinde diğer ucu di ğerindeydi. Sokak hincahinç. Her tarafta herkes pence- relere dolmuş, üstümüze çiçek atıyor, lavantalar serpiyorlardı. Bir Alman gazetesi burada iki resim almış, Almanyada basılmış, bana da göndermişlerdi. Bunlar Sinopta kütüphanededir. Bu manzaraları, müthiş kalabalı ğı gösterir. Ben hâlâ talebenin omuzundayım. Daima terliyordum. Nutuktan ağzım kuruyor, su istiyordum. O aralık Abdülhamid tüfenkçiler ile sakallı Mahmud Paşa’yı göndermiş. Bunlar beni vurmak istemişler. Benim haberim yok. Talebe etrafıma kendilerinden geniş bir halka yaptılar; oraya kimseyi sokmuyorlardı. Sonra beni zehirle mek istemişler. Talebeden bir tanesi bir desti ve bir bardak almış, yanımda duruyor, suyu o veriyordu. Hariçten biri su ve limonata getirse onu bana içirtmiyordu. İnsan böyle talebeye güvenebilir. Maksadım gidip harbiye talebesini almaktı. Bu fikrimi anlayınca orayı hükümet biriki taburla muhasara ettirmiş. Bir belâ çıkacağından korkanlar beni döndürmek için zorlandılar nihayet ikna ettiler. Bu zorlayanla rın başında göz hekimi Esat Paşa vardı. Bu işi haber alın- ca oraya gelmişmiş. Alayın bir ucu Cadde-i Kebirde idi, bir ucu hâlâ Galatasaraydaymış. Herkes doluyordu. Döndük, akşam da olmuştu, dağıldık. Üzerimde yeni bir askeri ceketim vardı. O kadar terlemiştim ki ertesi günü ka- zık gibi olmuştu, bir daha giyemedim. Sesim de kısılmıştı tam onbeş gün açılmadı. Bunlara dair bir makale yazıp Tercüman-i Hakikat gazetesiyle neşrettim. İşte bu uzun Temmuz gününde sabahtan akşama kadar dört tıbbiye talebesinin omuzunda gezdim. Bir düziye yorulanı değiştiriyorlardı. Nümayiş bittiği vakit karanlık çökmüştü. Galata köprübaşında beni indirdiler. O vakte kadar duymamıştım. Inince yere basamadım. Ayaklarım uyuşmuştu. Bir müddet koltuğuma girdiler. Ertesi günü bu nümayişler çoğaldı. Herkes bir bay rakla sokağa fırladı. İstanbul bir hafta çalkandı. Abdülhamid bu nümayişlerden İstanbul ahalisinin de Selâniktekilerle bir olduğunu zannedip korktu. Meşrutiyet yerleşti. Halbuki onun niyeti hiç böyle değilmiş. Bu nümayişler olmasaydı iş güçmüş. Düşünüyorum da şimdi korkuyorum. Ben galiba deli imişim. Bu bir ihtilâldi. Abdülhamid cesaret edip üze rimize bir müfreze asker gönderse is bitmişti. Bizim birimizde silah yoktu. Ölecektik.
İlgili dönemden sonra dünyaya gelen farklı birçok yazarın da bu karşılamayı kitaplarında ve makalelerinde aktardığı biliniyor.
Prof. Dr. Fahri Armaoğlu ise Türk Siyasi Tarihi adlı kitabında İngiliz gençlerin Osmanlı Devleti’nin Londra’daki büyükelçisi Muzuros Paşa’nın at arabasını çektiğini aktarmaktadır (2017. Kronik Yayınları. 9. Baskı. Haziran 2023. İstanbul. Sf: 32-33):
Fakat Macar halkı 1848’de bağımsızlık için Avusturya’ya karşı ayaklandığında, Avusturya bu ayaklanmayı bastıramamış ve Rusya’dan yardım istemiştir. Rus Çarlığı, 1956 Macar İhtilali’nde olduğu gibi, o zaman da 150.000 kişilik bir ordu ile Macaristan’ı istila ederek, milli ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmıştır. Macarların bağımsızlık ayaklanmasına, Rus hegemonyası altında yaşayan bir kısım Polonyalı milliyetçiler de katılmıştı. Rus ordularının Macaristan’a girmesi üzerine, birçok Polonyalı ve Macar milliyetçi, sınırları aşarak Osmanlı topraklarına sığındılar. Çünkü bunlar başlarına geleceği biliyorlardı. Avusturya Macarların ve Rusya da Polonyalıların iadesini Osmanlı Devleti’nden istediler. Bu iki devletin iddiasına göre, Osmanlı Devleti’ ne sığınanlar “eşkıya” idi. Osmanlı Devletibu iddiayı kabul etmeyip iadeyi reddetti, Macarların ve Polonyalıların istekleri, Osmanlı Devleti’nin çıkarları ile bağdaşmıyordu.Fakat, egemen bir devlet olarak bunları iade etmeyi şerefine yediremedi. Kaldı ki, bu mülteciler, milletlerarası hukuka göre “siyasi mülteci” olduklarından iadeleri de gerekmezdi. Fakat Avusturya ve Rusya iade hususunda o derece ısrar ettiler ki, Osmanlı Devleti’nin kararlılığını kırmak için, ültimatom niteliğinde birer nota verdikleri gibi, baskı olmak üzere, İstanbul’daki elçilerini de geri çektiler. Birhaldi ki, ortalıkta bir savaş havası esmekteydi. Buna rağmen OsmanlıDevleti direndi. Osmanlı Devleti’ nin mülteciler meselesindeki bu kararlı ve taviz vermeyen tutumu, İngiltere, Fransa ve Amerika’da büyük sempati uyandırdı ve bu ülkelerde Osmanlı Devleti lehine gösteriler yapıldı. Osmanlı Devleti, Avrupa’da yayınladığı bir deklarasyonda, Macar ve Polonyalı mültecileri savunmasını insancıl duygulara dayandırmaktaydı. Bu deklarasyon o derece büyük sempati topladı ki, bir gün, Osmanlı Devleti’nin Londra’daki büyükelçisi Muzuros Paşa, arabası ile elçiliğe giderken, İngiliz gençleri kendisini fark etti ve derhal arabayı durdurup, atları söktüler ve Muzuros Paşa’nın arabasını elçiliğe kadar kendileri çektiler.”






