40 yılı aşan sinema kariyeriyle dünya çapında tanınan Macaristan asıllı Amerikalı aktris Zsa Zsa Gábor (6 Şubat 1917 – 18 Aralık 2016), Mustafa Kemal Atatürk hakkında ortaya attığı ilişki iddiası farklı platformlarda sıklıkla gündeme geliyor.

 

Son dönemden paylaşım örnekleri:

 

İbrahim Melih Gökçek (@06melihgokcek): “BİR ÜLKENİN CUMHURBAŞKANI’NIN 15 YAŞINDA Kİ ZSA ZSA GABOR İLE BİRLİKTE OLDUĞUNA İNANMIYORUM… BU VİDEOYU ORTAYA ATANLAR YARGILANMALI VE BU SÖYLENENLERİ İSPAT EDEMEZLERSE CEZALANDIRILMALI… YANLIŞ MI DÜŞÜNÜYORUM?”

 

 

Bu iddia yıllar önce e-posta gruplarında, internet forumlarında, internet sitelerinde ve sosyal medya platformlarında paylaşılmıştı.

 

Ünlü yıldız Zsa Zsa Gabor’un hayatını anlattığı ve 1991 yılında yayınlanan One Lifetime is not Enough isimli kitapta Atatürk ile yaşadığı cinsel deneyimi anlatmıştı. Kitaptaki o bölüm şöyleydi;

1-İLK EŞİ BİR TÜRK OLDU Zsa Zsa Gabor, 1930’ların sonunda Murat Belge’nin babası Burhan Asaf Belge ile ilk evliliğini yaptı.

2- Evliliği yaptığında henüz 19 yaşındaydı. Kocası olan Burhan Belge bir diplomattı ve bu evlilik formalite icabıydı. Gabor, evliliğinin ilk yıllarında Ankara’da yaşamış ve Atatürk’le tanışmıştı.

3- ATATÜRK İLE ZSA ZSA GABOR’UN TANIŞMASI ANKARA’da yaşamaya başlayan Fabor, bir gün Karpiç’te Atatürk’le tanışmış. Kendi deyimiyle “ilk görüşte vurulmuş, o gece onunla dans etmiş ve bir süre sonra da ilişkiye girmişti. İddiasına göre bu ilişki 6 ay kadar, haftalık buluşmalarla sürmüştü. Atatürk ölünce o da boşanmış ve 1939’da Türkiye’yi terk etmişti.

4- ATATÜRK’Ü UNUTAMADI Zsa Zsa Gabor verdiği röportajda Atatürk’ü nasıl tanımlarsınız deyince üç kelime söylemişti ; “Maço… maço… maço…” Asıl ilginç itirafı da şuydu: -“Daha sonra evlendiğim bütün kocalarımda onu aradım”.

5 Ünlü yıldız Zsa Zsa Gabor’un hayatını anlattığı ve 1991 yılında yayınlanan One Lifetime is not Enough isimli kitapta Atatürk ile yaşadığı cinsel deneyimi anlatmıştı. Kitaptaki o bölüm şöyleydi; “Açılan büyük bir kapının ardından içeriye girdim. Heyecandan kalbim deli gibi çarpıyordu. Mermer taşla döşenmiş yoldan geçerek bahçe içindeki eve doğru yöneldim. Çok büyük bir zeytin ağacı evin girişini gölgeliyordu. Hipnotize olmuştum. Üst kata çıktım. Atatürk el işlemesi geniş bir gürgen koltuğa oturmuştu. Arkası bana dönüktü. Yanındaki masa üzerinde duran nargilesini içiyordu.

6 Kemal Atatürk, Tanrı’nın insanlığa ender gönderdiği bir kurtarıcı, politika ustası ve korkusuz bir savaşcıydı. O yarı insan yarı tanrıydı. Orta yaş döneminde dahi Atatürk’ün seks aktiviteleri yakın çevresi tarafından biliniyordu. Bakırımsı kırmızı renkli kadife koltuğa yanına oturmamı söyledi. Büyülenmişcesine Atatürk’ün emrini yerine getirdim. Nargilesinin hortucunu bana doğru uzattı ve içmemi söyledi. Dumanı içime çektim. Diğer elinde tuttuğu rakıyı yudumlayarak içtim.

7- Atatürk ile beraberliğimin bundan sonrasını ilk defa açıklıyorum. Dans eden dansözlerin odadan çıkmalarını istedi. İkimiz baş başa kalmıştık. Henüz 15 yaşındaydım. Çocuk denecek kadar genç sayılırdım. Atatürk 51 yaşında olgun bir erkekti. Buna rağmen ürküntü duymuyordum.

8- Rakının verdiği sarhoşlukla olsa gerek kendimi rüyada hissediyordum. Atatürk’e bekaretimi verdim. Atatürk benim ilk erkeğimdi. Şeytani bir çekicilikle, benimle deliler gibi sevişti. O, genç bir kadının nasıl mutlu edileceğini çok iyi biliyordu. Atatürk, aklıma her geldiğinde O’nun tüm kadınları doyuma ulaştıracak gücü olduğunu düşünürüm. Atatürk, profesyonelce sevişen bir tanrı, bir kraldı.””

 

 

 

Zsa Zsa Gábor’un Ankara’da tanıştığı Atatürk’e aşık olduğunu, tanıştığı gün dans ettiği Atatürk’le 6 ay kadar haftalık buluşmalarla ilişkiye girdiğini, Atatürk ölünce boşanıp 1939 yılında Türkiye’yi terk ettiğini anlattığı görüntüde kullandığı ifadeler şu şekilde:

“Budapeşde büyükelçiliğinden biri ile tanıştığımda 7 yaşındaydım. Bana babamı, büyükannemi ve annemi tanıdığını söyledi: ‘Küçük kız büyüdüğün zaman seninle evleneceğim.’. Ve 14 yaşına geldiğimde İsviçre Lozan’da bir okulda okurken Miss Amerika seçildim. 15 yaşında geri döndüğümde ‘Ben okula gitmek istemiyorum’ dedim ve Asaf’ı arayıp: ‘Ekselansları lütfen benimle evlenir misiniz? Artık büyüdüm.’ dedim. Bu konuda konuştuk, üç gün içinde benimle evlendi. FP, DeGaulle gibi büyük siyasetçilerin olduğu bir zamanda beni Türkiye’ye götürdü ve ben 15 yaşında bir çocuktum ve o günlerde okula gittim, bir Türk okuluna. Binicilik okuluydu. Ve bir gün Atatürk beni bir restoranda gördü. Birlikte olduk ve ona aşık oldum. Ben 15 yaşındaydım o ise 51 yaşındaydı. Ama onunla 6 ay boyunca mükemmel bir aşk yaşadık.”

 

Zsa Zsa Gábor’un bu iddiasını dile getirdiği görüntü, 1991 yılında CNN’de katıldığı Larry King’in programından alıntı.

 

 

Zsa Zsa Gábor bu iddialarına 1991 yılında yayınlanan One Lifetime is not Enough adlı otobiyografik kitabında da yer vermiş.

Adı geçen kitaptan ilgili kısım şu şekilde:

 

“I was also bored. My happiest times were when I was not with my august husband , but instead riding my beautiful white Arabian mare, Fatushka, or roaming around the mazelike streets of Ankara, exploring the two-thousand-year -old city, sometimes stopping and dreamily gazing up to a hill high above Ankara on which stood the great pink marble palace of the famed ruler of Turkey, the great demigod Kemal Atatürk. When the legendary hero was in residence , the lights of his palace gleamed brightly , casting a radiant glow over Ankara, and the people below slept peacefully.

As many of the women slept, they dreamed of Atatürk. Burhan, his voice bursting with cynicism, had once read to me from the national paper that, according to their survey, eighty-five percent of Turkish women dreamed of Atatürk. I could quite understand why, because the man whom they called the savior of Turkey was fashioned from the stuff that every woman’ s dreams were made of.

Atatürk was one of those rare men whom I believe the Lord sent to save their country. A masterly politician and fearless warrior , he was half man, half god, through his almost supernatural power transforming the entire country from feudal state into modern republic, abolishing slavery, polygamy , the turban and the veil, thus freeing women from servitude. Given the name “Gray Wolf” by his legions of followers, he was a man of sudden and terrifying moods, overwhelming, all-powerful.

Now in his early fifties, his sexual exploits were still the talk of Turkey. Legends abound ed of his voracious appetites, his virility, his ability to exist on only four hours of sleep a night and to outdrink, outfight, and outlove rivals half his age. He was the conquering hero of his time, the subject of a million tales, with the eyes of his people always upon him, breathlessly tracking his golden path through boudoir and battlefield alike. At home I’d hear assorted whispers about his exploits: “Now he is in Istanbul.” “Now he is in a whorehou se.” “Now he is in London where he is ordering two dozen silk pajamas from Turnbull and Asser.” His palace and his legend dominated Ankara utterly . Soon, too, it began to dominate me.

I’d seen him one night at a restaurant, with a black cloak swirled dramatically over his tuxedo, a man with gray hair, with strange, almost colorless green eyes, impeccably dressed, a man of many moods, a man whose civilized veneer disguised an implacable ruthlessness. At that moment, looking down at the tablecloth as protocol demanded, I remembered the tales I’d heard about him, how he discarded favorite mistresses by adopting them as his daughters, how he’d divorced a beloved wife after she harmlessly asked where he’d been one day, how he considered every woman to be his prey, following his desires with a passion so relentless that he had even once stolen one of Burhan’s wives.

Burhan’s face had darkened on Kemal Atatürk’s entrance. In contrast, however, the face of his brother-in-law, Yakob Kadri, Turkish ambassador to Albania, who was with us that evening, lit up mischievously. Sensing Burhan’s discomfort, he whispered to me, “Look at him, look at our Gray Wolf.” Defying Burhan, defying convention, defying the beating of my heart and nakedly revealing the fire that had swept into my face, I looked up at the idol of all Turkey. And Atatürk looked back at me as if he had known me for a thousand years. Suddenly, everything seemed inevitable.

***

Lawrence Olivier once said, “To oneself inside, one is always sixteen with red lips.” Well, looking back at my entanglement with Kemal Atatürk, it is difficult for me not to view it with the eyes, and report it in the voice, of the fifteen-year-old I once was, a fifteen-year-old nurtured on French novels, half in love with her flamboyantly dominant father and ripe for romance and intrigue. A butterfly caught in a net woven with her own hands motivated by a mind far more cynical and wise than her own and whose goal was, for his own intricate reasons, to capture her. To put it simply: I was fifteen and yearning for romance. Atatürk was fifty and searching for a romantic accomplice. From the start, we were destined to be deeply compatible.

It began fairly routinely. Every Wednesday, I would go to the Riding Academy, then after my ride drink Turkish coffee in a small antique shop in the heart of old Ankara run by seven Armenian brothers. Fascinated, as always, by beautiful things, I’d wander around the store, trying on ornately bejeweled bracelets, examining engraved swords, and generally whiling a few hours away. This Wednesday, my visit to the shop began as usual with me sipping the rich Turkish coffee and gossiping with the young brothers. Then one of them produced the Hand of Fatima.”

“I was throbbing with excitement as I opened the large oak door and found myself in a cobblestoned courtyard shaded by an ancient olive tree. The courtyard was filled with white doves. In front of me was a marble staircase with gilded iron banisters. Almost in a hypnotic trance, I went upstairs. And there, in a room in front of me, sat a man in an oversized carved-oak chair, his back to me, smoke from his hookah drifting high above him. Then he spoke, in a deep, beautifully modulated voice. “I knew you couldn’t resist it. No woman can resist the combination of diamonds and luck.”

Atatürk turned and faced me and I was struck forcibly by his strong resemblance to my father. Realizing that he had waited for me for three days, I knew that he must be angry and that he would want to make me feel the sting of his anger. “I knew you could be bought by the promise of good luck,” he said contemptuously. But I didn’t mind, knowing that his pride demanded that he belittle me to repay me for having made him wait.

His anger didn’t frighten me. I was used to Father’s anger and it excited me. Just as I was about to speak, Atatürk clapped his hands and, as he had orchestrated it, the dancing girls appeared, their multicolored veils floating suggestively in the coolness of the room. As they danced their slow, sensuous dance, wordlessly Atatürk motioned that I sit on the red velvet and copper-colored cushions next to him. Mesmerized, I complied. He offered me his pipe – and, unquestioningly, I took it. Then he passed me a gold-andemerald- encrusted cup filled with raki, a potent drink made partly of anise. I sipped from the cup.

Until now, I have never before revealed what happened next when Atatürk dismissed the dancing girls and the two of us were alone. Sometimes I think it happened in a dream, sometimes that I was in an opium haze, or a stupor induced by the raki. All I know is that day, Atatürk, the conqueror of Turkey, the idol of a million women and the envy of countless men, took my virginity.

***

After that, we met regularly every Wednesday afternoon, once I had finished at the Riding Academy. We spent hours together in Atatürk’s secret hideaway, locked in each other’s arms, while he dazzled me with his sexual prowess and seduced me with his perversion. Atatürk was very wicked. He knew exactly how to please a young girl. On looking back, I think he probably knew how to please every woman, because he was a professional lover, a god, and a king.

I was petrified Burhan would discover the truth, would find out exactly where I spent my Wednesday afternoons. But he didn’t. He didn’t discover my infidelity – an infidelity that far transcended sex. For unlike me, Atatürk was not a naive romantic. While I spent most of the time with him in a semi-awake state, a sleepwalker unable to see straight or to focus on reality, Atatürk’s mind remained razor sharp.

He would question me ceaselessly about the parties Burhan held for the Young Turks every Tuesday, about the secret meetings held in our house, and about the true allegiance of the ambitious men who visited Burhan, their leader, to talk politics with him. As Atatürk must have known, these men talked quite freely in front of me, revealing their plans and their feelings about the man they called “The Savior of Turkey.” And many of them hated him.

And so it was that I, Zsa Zsa Gabor of Budapest, Hungary, a coquettish fifteen-year-old who loved dogs, horses, and the admiration of all around her, held the fate of some of the most powerful men in Turkey in the palm of her delicate little hands. Yet, bewitched as I was by Atatürk, entrapped as I was by his might and grandeur, enraptured as I was by my first passion, a part of me remained alert, guarded, prompting me to offer him snippets of information that would not lead to the death of any of the men who had been guests in our house.

My romance with Atatürk lasted for six months and during that time he used me and I, in my own way, in return used him. I gave him information – harmless though it was. And he gave me lessons in love, in passion, and in intrigue. He also ruined me for every other man I would ever love, or try to love. In Turkey, Atatürk was a god. He was a god and he had loved me. For the rest of my life I would search for another god to eclipse him.

***

Atatürk died in Istanbul on November 10, 1938 at the age of fifty-two, of cirrhosis of the liver. All of Turkey mourned his passing and I felt numb and bereft. At his memorial service, Burhan gave the eulogy. I hid my grief and tried to be a good wife to him. But in my soul I knew that Atatürk’s death meant the end of my life in Turkey. The magic had gone, so had the passion. All I had left was drab depression, and the opulence of our life in the corps diplomatique did nothing to change my feelings. I began to plan to change my life.”

 

Yukarıda alıntılanan kısmın Türkçemize çevirisi şöyle yapılabilir:

“Ben de sıkılıyordum. En mutlu zamanlarım, saygıdeğer kocamla birlikte olmadığım, onun yerine güzel beyaz Arap kısrağım Fatushka’ya bindiğim ya da Ankara’nın labirent gibi sokaklarında dolaştığım, iki bin yıllık şehri keşfettiğim, bazen durup hülyalı bir şekilde Ankara’nın yukarısında, Türkiye’nin ünlü hükümdarı, büyük yarı-tanrı Kemal Atatürk’ün pembe mermerden yapılmış büyük sarayının bulunduğu tepeye baktığım zamanlardı. Efsanevi kahramanın ikamet ettiği zamanlarda, sarayının ışıkları pırıl pırıl parlayarak Ankara’nın üzerine ışıltılı bir parlaklık yayar ve aşağıdaki insanlar huzur içinde uyurlardı.

Kadınların çoğu uyurken rüyalarında Atatürk’ü görüyorlardı. Burhan, alaycı bir ses tonuyla, bir keresinde bana ulusal bir gazeteden, yaptıkları ankete göre Türk kadınlarının yüzde seksen beşinin rüyasında Atatürk’ü gördüğünü okumuştu. Bunun nedenini anlayabiliyordum, çünkü Türkiye’nin kurtarıcısı dedikleri adam, her kadının hayallerini süsleyen malzemeden yapılmıştı.

Atatürk, Tanrı’nın ülkelerini kurtarmak için gönderdiğine inandığım nadir insanlardan biriydi. Usta bir politikacı ve korkusuz bir savaşçı, yarı insan yarı tanrıydı, neredeyse doğaüstü gücüyle tüm ülkeyi feodal devletten modern cumhuriyete dönüştürdü, köleliği, çok eşliliği, türbanı ve peçeyi kaldırdı, böylece kadınları kölelikten kurtardı. Takipçileri tarafından “Gri Kurt” adı verilen bu adam, ani ve dehşet verici ruh hallerine sahip, ezici, her şeye gücü yeten biriydi.

Şimdi ellili yaşlarının başındaydı ama cinsel maceraları hâlâ Türkiye’de konuşuluyordu. Doymak bilmez iştahı, erkekliği, gecede sadece dört saat uyuyarak hayatta kalabilmesi ve yarı yaşındaki rakiplerinden daha fazla içmesi, daha fazla dövüşmesi ve daha fazla sevmesi hakkında efsaneler dolup taşıyordu. Zamanının fetihçi kahramanıydı, milyonlarca hikayenin konusuydu, halkının gözleri her zaman onun üzerindeydi, nefessiz bir şekilde hem yatak odasında hem de savaş alanında altın yolunu izliyordu. Evde onun başarıları hakkında çeşitli fısıltılar duyardım: “Şimdi İstanbul’da.” “Şimdi bir fahişede.” “Şimdi Londra’da Turnbull and Asser’den iki düzine ipek pijama sipariş ediyor.” Onun sarayı ve efsanesi Ankara’ya tamamen hakimdi. Çok geçmeden bana da hükmetmeye başladı.

Onu bir gece bir restoranda görmüştüm, siyah pelerini smokininin üzerinde dramatik bir şekilde dönüyordu, gri saçlı, garip, neredeyse renksiz yeşil gözlü, kusursuz giyimli, birçok ruh hali olan bir adamdı, medeni görünümü amansız bir acımasızlığı gizleyen bir adamdı. O anda, protokolün gerektirdiği gibi masa örtüsüne bakarken, onun hakkında duyduğum hikâyeleri hatırladım; en sevdiği metreslerini kızı gibi benimseyerek nasıl bir kenara attığını, bir gün zararsızca nerede olduğunu soran sevgili karısını nasıl boşadığını, her kadını nasıl avı olarak gördüğünü, arzularının peşinden nasıl amansız bir tutkuyla gittiğini, hatta bir keresinde Burhan’ın karılarından birini nasıl çaldığını.

Kemal Atatürk içeri girdiğinde Burhan’ın yüzü kararmıştı. Buna karşın, o akşam bizimle birlikte olan kayınbiraderi, Türkiye’nin Arnavutluk Büyükelçisi Yakup Kadri’nin yüzü muzipçe aydınlandı. Burhan’ın rahatsızlığını hissederek bana fısıldadı: “Şuna bak, bizim Gri Kurt’a bak.” Burhan’a meydan okuyarak, geleneklere meydan okuyarak, kalbimin atışlarına meydan okuyarak ve yüzümü saran ateşi tüm çıplaklığıyla ortaya çıkararak tüm Türkiye’nin idolüne baktım. Atatürk de sanki beni bin yıldır tanıyormuş gibi bana baktı. Birdenbire her şey kaçınılmaz göründü.

***

Lawrence Olivier bir keresinde şöyle demişti: “İnsan kendi içinde her zaman kırmızı dudaklı on altı yaşındadır.” Kemal Atatürk’le olan ilişkime dönüp baktığımda, bunu bir zamanlar on beş yaşında olan, Fransız romanlarıyla beslenmiş, gösterişli ve baskın babasına yarı aşık, romantizm ve entrika için olgunlaşmış bir çocuğun gözleriyle görmemek ve onun sesiyle anlatmamak benim için zor. Kendisinden çok daha alaycı ve bilge bir zihin tarafından motive edilen ve amacı kendi karmaşık nedenleriyle onu yakalamak olan, kendi elleriyle ördüğü bir ağa yakalanmış bir kelebek. Basitçe anlatmak gerekirse: On beş yaşındaydım ve romantizm özlemi çekiyordum. Atatürk elli yaşındaydı ve romantik bir suç ortağı arıyordu. Başından beri kaderimizde derin bir uyum vardı.

Oldukça rutin bir şekilde başladı. Her Çarşamba Binicilik Akademisi’ne gider, gezintiden sonra eski Ankara’nın göbeğinde yedi Ermeni kardeş tarafından işletilen küçük bir antikacıda Türk kahvesi içerdim. Her zamanki gibi güzel şeylerden etkilenerek dükkânda dolaşır, süslü mücevherli bilezikleri dener, oymalı kılıçları inceler ve genellikle birkaç saatimi boşa geçirirdim. Bu Çarşamba, dükkân ziyaretim her zamanki gibi zengin Türk kahvesini yudumlayarak ve genç kardeşlerle dedikodu yaparak başladı. Sonra içlerinden biri Fatima’nın Eli’ni çıkardı.”

“Büyük meşe kapıyı açıp kendimi eski bir zeytin ağacının gölgelediği parke taşlı bir avluda bulduğumda heyecandan zonkluyordum. Avlu beyaz güvercinlerle doluydu. Önümde yaldızlı demir korkulukları olan mermer bir merdiven vardı. Neredeyse hipnotik bir trans halinde üst kata çıktım. Ve orada, önümdeki bir odada, büyük boy oyma meşe bir sandalyede bir adam oturuyordu, sırtı bana dönüktü, nargilesinden çıkan duman yükseklere doğru süzülüyordu. Sonra derin ve güzel bir ses tonuyla konuştu. “Buna karşı koyamayacağını biliyordum. Hiçbir kadın elmas ve şansın birleşimine karşı koyamaz.”

Atatürk dönüp bana baktı ve babama olan güçlü benzerliği beni çok etkiledi. Beni üç gündür beklediğini fark ettiğimde, kızgın olması gerektiğini ve öfkesinin acısını bana hissettirmek isteyeceğini biliyordum. “İyi şans vaadiyle satın alınabileceğini biliyordum,” dedi küçümseyerek. Ama gururunun, onu beklettiğim için beni küçümsemesini gerektirdiğini bildiğim için aldırmadım.

Öfkesi beni korkutmuyordu. Babamın öfkesine alışmıştım ve bu beni heyecanlandırıyordu. Tam konuşmak üzereyken Atatürk ellerini çırptı ve kendi düzenlediği gibi dans eden kızlar belirdi, rengârenk örtüleri odanın serinliğinde müstehcen bir şekilde süzülüyordu. Onlar yavaş ve duygulu danslarını yaparken, Atatürk hiç konuşmadan yanındaki kırmızı kadife ve bakır renkli minderlere oturmamı işaret etti. Büyülenmiş bir halde uydum. Bana piposunu uzattı – ve ben de sorgusuz sualsiz piposunu aldım. Sonra bana rakı dolu altın ve zümrüt kaplı bir fincan uzattı, kısmen anasondan yapılan güçlü bir içki. Fincandan bir yudum aldım.

Atatürk dans eden kızları kovduktan ve ikimiz yalnız kaldıktan sonra neler olduğunu şimdiye kadar hiç anlatmadım. Bazen bunun bir rüyada olduğunu düşünüyorum, bazen afyon sersemliğinde olduğumu ya da rakının neden olduğu bir sersemlik içinde olduğumu. Tek bildiğim o gün, Türkiye’nin fatihi, milyonlarca kadının idolü ve sayısız erkeğin kıskandığı Atatürk’ün bekaretimi aldığıdır.

***

Ondan sonra, Binicilik Akademisi’ndeki işim bittikten sonra her Çarşamba öğleden sonra düzenli olarak buluştuk. Atatürk’ün gizli sığınağında birbirimizin kollarına kilitlenerek saatler geçiriyorduk, o ise cinsel hünerleriyle gözümü kamaştırıyor ve sapkınlığıyla beni baştan çıkarıyordu. Atatürk çok kötüydü. Genç bir kızı nasıl memnun edeceğini çok iyi biliyordu. Geriye dönüp baktığımda, herhalde her kadını nasıl memnun edeceğini biliyordu, çünkü o profesyonel bir aşık, bir tanrı ve bir kraldı.

Burhan gerçeği öğrenecek, Çarşamba öğleden sonralarımı tam olarak nerede geçirdiğimi öğrenecek diye ödüm kopuyordu. Ama öğrenmedi. Benim sadakatsizliğimi keşfetmedi – seksin çok ötesinde bir sadakatsizlik. Çünkü Atatürk benim aksime saf bir romantik değildi. Ben onunla geçirdiğim zamanın çoğunu yarı uyanık bir halde, önünü göremeyen ya da gerçekliğe odaklanamayan bir uyurgezer olarak geçirirken, Atatürk’ün zihni keskinliğini koruyordu.

Burhan’ın her Salı Jön Türkler için düzenlediği partiler, evimizde yapılan gizli toplantılar ve liderleri Burhan’la siyaset konuşmak için onu ziyaret eden hırslı adamların gerçek bağlılıkları hakkında beni durmadan sorgulardı. Atatürk’ün de bildiği gibi, bu adamlar benim önümde oldukça rahat konuşuyor, planlarını ve “Türkiye’nin Kurtarıcısı” dedikleri adam hakkındaki duygularını açıklıyorlardı. Ve birçoğu ondan nefret ediyordu.

Ve böylece ben, Budapeşte, Macaristan’dan Zsa Zsa Gabor, köpekleri, atları ve etrafındaki herkesin hayranlığını seven on beş yaşında cilveli bir çocuk, Türkiye’nin en güçlü adamlarından bazılarının kaderini narin küçük avuçlarının içinde tuttum. Yine de, Atatürk tarafından büyülendiğim, onun kudreti ve ihtişamı tarafından tuzağa düşürüldüğüm, ilk tutkum tarafından mest edildiğim gibi, bir parçam uyanık kaldı, korundu ve beni evimizde misafir olan adamlardan herhangi birinin ölümüne yol açmayacak bilgi kırıntılarını ona sunmaya teşvik etti.

Atatürk ile aşkım altı ay sürdü ve bu süre zarfında o beni kullandı, ben de kendimce onu kullandım. Ona bilgi verdim – zararsız olsa da. O da bana aşk, tutku ve entrika dersleri verdi. Ayrıca seveceğim ya da sevmeye çalışacağım diğer tüm erkekler için beni mahvetti. Türkiye’de Atatürk bir tanrıydı. O bir tanrıydı ve beni sevmişti. Hayatımın geri kalanında onu gölgede bırakacak başka bir tanrı arayacaktım.

***

Atatürk 10 Kasım 1938’de elli iki yaşında İstanbul’da vefat etti, Karaciğer sirozundan. Tüm Türkiye onun yasını tuttu ve ben hissizleştim. ve hüzünlüydü. Anma töreninde konuşmayı Burhan yaptı. Kederimi sakladım ve ona iyi bir eş olmaya çalıştım. Ama içten içe biliyordum ki Atatürk’ün Ölüm, Türkiye’deki hayatımın sonu anlamına geliyordu. Sihir gitmişti. Tutku. Elimde kalan tek şey sıkıcı bir depresyondu. corps diplomatique duygularımı değiştirmek için hiçbir şey yapmadı. Plan yapmaya başladım. hayatımı değiştirmek için.”

 

 

Renkli yaşamıyla tanınan dünyaca ünlü sinema yıldızı Zsa Zsa Gábor’un Atatürk hakkındaki iddiaları, tarihsel tutarsızlıklar ve kanıt eksikliği nedeniyle doğrudan gerçek kabul edilemeyecek ölçüde şüphe arz ediyor.

 

Gábor’un Atatürk’le sevgili olduğu yönündeki sansasyonel ve magazinel iddialarının tek dayanağı kendisi.

Atatürk‘ün Zsa Zsa Gábor ile herhangi bir ilişki yaşadığına dair somut bir tanık beyanı ya da sair kanıt bulunmuyor.

Atatürk’ün Zsa Zsa Gábor ile tanışıklığına dair farklı tanıklıklar bulunsa da, aralarında bir ilişki olduğuna dair aktarıma rastlanamıyor. Aksine, ilgili dönemden tanıklar, Atatürk ile Zsa Zsa Gábor arasında bir ilişki yaşandığı iddiasını yalanlıyor.

 

Gábor’un Atatürk’le ilişkisi hakkında ortaya attığı iddialar da tarihsel olarak tutarsız.

 

6 Şubat 1917 doğumlu Zsa Zsa (Sara) Gábor 18 Aralık 2016 günü 99 yaşında kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti.

Hayatı boyunca 9 kez evlenen Gábor, ilk evliliğini Murat Belge’nin babası Türk diplomat Burhan Asaf Belge ile yaptı. Budapeşte’de 1935 yılında evlenen çift, 1938 yılı sonlarında ayrıldı, 1941 yılında boşandı (Gerold Frank (1961). Zsa Zsa Gabor: My Story. London: Arthur Barker) (Aytaç Yıldız (2009). “Burhan Asaf Belge: Cumhuriyetin erken döneminde iktidar ve aydın ilişkisi”. Ankara Üniversites Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi) (Murat Belge’nin Atatürk’ün Zsa Zsa Gábor’dan doğma gayrimeşru oğlu olduğu şeklinde bir iddia da uydurulmuş).

Sara Gábor ile Burhan Asaf Belge’nin evlilik kayıtlarında 17 Mayıs 1935 günü dünya evine girdikleri bilgisi yer alıyor.

Yani Zsa Zsa Gábor, Burhan Belge ile evlendiğinde 18 yaşındaydı.

 

 

zsa-zsa-gabor-burhan-belge

 

1881 doğumlu Atatürk ile 1917 doğumlu Gábor arasında 36 yaş fark vardı. Tanıştıkları 1937 yılında Atatürk 56, Gábor ise 20 yaşındaydı.

Yani, Gábor Ankara’da Atatürk’le tanıştığında iddia ettiği şekilde 15 yaşında değildi. Atatürk de 51 yaşında değildi.

1935 yılında Burhan Asaf Belge ile evlenen Zsa Zsa Gábor’un “Atatürk’ün ilk erkeği olduğu” iddiası da mesnetsiz.

 

İlgili dönemden tanıklıklar, Atatürk ile Zsa Zsa Gábor arasında bir ilişki yaşandığı iddiasının doğruluk payının bulunmadığını beyan ediyor.

 

On iki yıl boyunca Atatürk’ün yanında kütüphaneci olarak görev yapan, tüm yurt gezilerinde, tatbikat ve manevralarda Atatürk’e eşlik eden Nuri Ulusu, hatıratında Atatürk ve Zsa Zsa Gábor’la tanışıp görüştüğünü belirtmiş, aralarında bir ilişki yaşandığı iddiasının “yalan” olduğunu aktarmıştı.

“Atatürk’ün Yanı Başında – Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun Hatıraları” adlı kitapta “Atatürk ve Zsa Zsa Gabor” başlıklı bölümde şu satırlara yer verilmiş (Derleyen: Mustafa Kemal Ulusu. Doğan Kitap. 9. Baskı. Sf:155-156)

“Bir gece Karpiç gazinosundayız, Atatürk çok keyifli, yan masalardan
birinde oturan gruptan bir kızla bir erkek masasına geldiler.
Adım hatırlayamadığım bir kişi Atatürk’e iltifatlarda bulunduktan
sonra yanındaki genç kızı takdim etti. Atatürk de onları masaya davet
etti, oturdular. Müzik çok güzel çalıyor, çiftler dans ediyordu.
Atatürk birden ayağa kalktı ve adama dönerek, genç kızla dans
İçin müsaade istedi, aldığı memnuniyetle Paşam cevabıyla, o güzel
jozi dansa kaldırdı. Çok güzel dans ederdi, kız da çok güzel dans
ediyordu. Müzik bitince Atatürk ikinci dansı yapmadan kızı masaya
getirdi ve zarif bir referansla yerine oturttu, adama da teşekkür
etti ve müsait bir günde onları saraya davet etti.

Birkaç gün sonra randevu alarak saraya geldiler. Ben kütüphanede çalışırken İbrahim geldi ve “Nuri, geçen gece Karpiç’dekiler geldi” dedi. Ben pek ilgilenmedim. Bilahare bu mevzularda fevkalade ilgili olan İbrahim’in anlattığına göre, Atatürk bu çiftle çok ilgilenmiş, öğle yemeğini birlikte yemişler, iltifatlarda bulunmuş, sonrada gitmişler.

Derken birkaç gün sonra bu sefer kadım Atatürk ile yalnız gördüm. Akşam yemeğe kaldı. Masada birkaç yakın arkadaşından başka kimse yoktu. Misafir hanım önce şarap istedi, ama Atatürk rakı ikram edince kırmadı ve içmeye başladı.

Alaturka çalıyordu, bilahare oyun havalarına geçildi. Birkaç tane
dansöz getirilmişti. Onlar oynadılar ve gittiler, vakit bayağı geç
olmuştu. Masadakiler yavaş yavaş ayrılmışlardı, sadece kadın ve
Atatürk müzik eşliğinde sohbete devam ediyorlardı. Şefimiz İbrahim
bize dönerek “Sizde artık yatabilirsiniz” deyince bizler odalarımıza
çekildik, ama tabii meraktan da çatlayarak.

Neyse, sabah oldu, doğru İbrahim’in yanma gittik. Ne oldu filan diye sorunca İbrahim “Epeyi geç vakte kadar oturdular, sonra arabayla kızı yolladık, gitti” dedi. Bizim istihzalı, istihzalı bakışlarımıza karşılık birazda kızarak “Yahu bir şey olsaydı söylemez miydim, söylediklerim gerçek, kadın gitti, ama Atatürk’ü bayağı etkilemiş” dedi.

Nitekim ondan sonra birkaç defa daha bu sarışın güzel kadm
saraya ve Ankara’ya köşke de geldi. Atatürk’ün bu güzel sarışın
kadından çok hoşlandığı belli oluyordu.

Yıllar geçti, bu sarışın güzel kadını gazete ve mecmualarda görmeye
başlayınca şaşırdım. O sarışın, güzel kadm, ünlü Amerikalı
film yıldızı Zsa Zsa Gabor olmuştu.

Bilhare Atatürk’ün bu kadınla, kadın evliyken beraber olduğuna dair yazılar çıktı. Hepsi yalandır. Atatürk kadını tanıdığında kadın bekârdı ve çok da küçüktü, ama çok alımlı, yaşından büyük gösteren bir yapıdaydı. Galiba aslında Tatarmış, benzerdi de, ama sarı saçları ile çok alımlı ve güzel gülerdi.

Velhasıl bu meşhur, güzel artistle bizde zamanında tanışmak, tanımak fırsatını elde etmiştik.”

 

Doğan Uluç da Hürriyet’te 13 Şubat 2005 günü yayımlanan “Mustafa Kemal ve ‘gözde’leri (!)” başlıklı yazısında, Zsa Zsa Gábor’un Atatürk ile ilgili iddiaları hakkında “kitabın ses getirmesi gerekli” yanıtını verdiğini aktarmıştı:

“HOLLYWOOD yapımlarında sürekli üçüncü derecede rollere çıkan Zsa Zsa ile New York’ta son görüşmemizde, yaşamını ‘Bir Hayat Boyu Kafi Değil’ isimli kitabında özetlediğini söyledi. Prova baskısında ’Türkiye’, ’Mustafa Kemal’, ‘Burhan Belge’ çıkışlarını okurken gözlerimin irileştiğini sanıyorum. Skandallar kraliçesi ‘Burhan köpeklerle oynamamdan nefret ederdi. Köpekten tiksindiği için benimle yatmazdı’ dedikten sonra bunca buluşmamızda sözünü etmediği bir iddiayı ortaya atıyordu: ‘Türkiye’de peçeyi kaldıran, Tanrı gibi sevilen Kemal Atatürk’e takdim edilmiştim. Bir gün haber gönderip Ankara’da villasına çağırınca gittim. Dansözler oynamaya başladı. Afyon yutup rakı içtim. Hatırladığımda rüya gördüğümü veya afyon sisi, rakı uyuşukluğu içinde olduğumu sandım. Tek bildiğim Türkiye’nin kurtarıcısı o gece kızlığımı almıştı. Sonra altı ay süreyle her çarşamba villayı ziyaret ettim.’

‘Şimdiye kadar hiç bahsetmedin bu konudan. İlk kez böylesine sansasyon yaratacak bir iddiada bulunuyorsun. Atatürk’ün çevresi kalabalık. Bir kişi dahi ortaya çıkıp Mustafa Kemal’in seninle yakınlaşmasından söz etmedi’ diye üsteleyince ‘Kitabın ses getirmesi için gerekli’ şeklindeki yanıtı beni tatmin etmedi. Ama başkaca bilgi vermeye de yanaşmadı.”

 

Burhan Belge’nin kızkardeşi Leman Karaosmanoğlu, Zsa Zsa Gábor’un, kendi deyimiyle JoJo’nun Atatürk’le aşk yaşadığı iddiasının asılsız olduğunu şu sözlerle beyan etmişti (Yılmaz Çetiner (2007). Nefes Nefese Bir Ömür. Epsilon Yayınları. İstanbul. Sf: 316-317):

“Rahmetli Başbakan Refik Saydam, ağabeyimden bu pisliği bir an önce temizlemesini istemiş ‘hizmet pasaportu, biraz da döviz veripgönderin bu kadını’ demiş. Gabor, Bağdat üzerinden Singapur yoluyla Amerika’ya gitti.”

“Ağabeyim artık bırakmıştı Jojo’yu. Onun bir an evvel Anakra’dan gitmesini istiyordu. Yanına bile uğramıyordu. Kimsenin kimseden haberi yoktu. Bunlardan söz etmesi büyük edepsizlik. Jojo’nun ya da Zsa Zsa Gabor’un Atatürk’le beraber olduğu, böyle bir aşk yaşadığı iddiası, bu güzel macera kadınının hayalinde yarattığı bir masal. Ama o zamanların Ankara’sında devlet büyüklerinin birçoğuyla … tanışıp görüştüğü doğru.”

 

Burhan Belge’nin yakınları da Atatürk’ün Zsa Zsa Gábor hakkında “Kim bu boyalı küp?” dediği ve kendisini sınır dışı ettirdiğini söylemişti.

 

 

Yorumunuzu yazınız...