Vahdettin’in Türklere Hakaret Ettiği İddia Edilen Sözün Sahibi Olduğu İddiası Asılsız

Sultan Vahdettin’in “Türkler dini, soyu, sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüdür” dediği iddiası doğru değil. Sözü aktaran kaynak olarak belirtilen Murat Bardakçı, bu iddiayı bizzat yalanlamıştır. Bu sözün Padişah Vahdettin’e ait olduğuna ilişkin herhangi bir belge bulunamamıştır.

Yanlış İddia

 

Osmanlı Padişahı Vahdettin’e izafe edilen “Türkler Dini, Soyu, Sopu, Yurdu Belirsiz Karmakarışık Bir Cahiller Sürüsüdür” sözü sosyal medyada son dönemde dikkat çekici sayıda paylaşılmaktadır:

 

Padişah Vahdettin’e Ait Olduğu İddia Edilen Türklere Hakaret İçeren Söz

 

Sosyal medyadaki paylaşımlarda Sultan Vahdettin’in bu sözü El Ahram Gazetesi’ne değil 16 Nisan 1923’te verdiği demeçte söylediği belirtilerek Murat Bardakçı’nın bu demeci yayınladığı iddia edilmekte.

Ancak, Sultan Vahdettin’e isnad edilen bu sözün gerçeklik payı bulunmamaktadır. Sözün Padişah Vahdettin’e ait olduğuna dair kaynak taramasında herhangi bir ize rastlanamamıştır.

Sözü aktardığı iddia edilen Murat Bardakçı, bu yönde bir yayım yapmadığını belirterek, sözün gerçek olmadığını iddia etmektedir.

Murat Bardakçı’nın 16 Mayıs 2016 günü Habertürk Gazetesinde yayınlanan “Reddimiras” başlıklı köşe yazısında aktardığı hususlardan faydalanalım:

  • Metnin içeriği ve kaynağı asılsızdır.
  • “Sultan Vahdettin’in El Ahram Gazetesi’ne değil 16 Nisan 1923’te, bir başka gün bile verdiği bir demeç yoktur.”
  • “El Ahram’ın Mısır’da o senelerde tahtta bulunan ve Vahdettin’in sürgün günlerinde umreye gidişi sırasında İskenderiye’de birkaç gün dinlenmesine bile izin vermemek için elinden geleni yapmış olan Kral Fuad’ın politikasına ters düşecek böyle bir harekette bulunmasının, yani sabık padişah ile mülâkat yapmasının imkânı ve ihtimali de mevcut değildir.”
  • “El Ahram’ın 16 Nisan 1923’teki nüshasında Sultan Vahdettin ile alâkalı bir yazı çıkmıştır, gazete tahtsız hükümdarın Mekke’de yayınlamış olduğu bildirinin bir kısmını, yani tamamını değil bazı bölümlerini sayfalarına almıştır ama “mülâkat” değil, “bir başka metnin nakli” olan bu yazıda da Türklere lâf eden ibareler geçmez. Zaten bildirinin konusu da bambaşkadır.”

 

murat bardakçı vahdettin

 

Klasik olacak belki ama, “aksini iddia eden kanıtıyla beri gelsin” diyelim yine biz.

 

İLAVE: Sultan Vahdettin’in Türklere, Ankara hükümetine ve Atatürk’e ağır hakaretler ettiği, Mısır, “El-Ahram” gazetesinin yayınlanan belgeye ait olduğu iddiasıyla aşağıdaki görselin paylaşıldığı görülüyor.

 

vahdettin-mektup

 

Bahsi geçen belgeyi Padişah Vahdettin’in Türklere hakaret ettiği satırları içerdiği iddiasıyla kullanan paylaşım örneği:

Cemil Kılıç (@m_cemilkilic): “Son Osmanlı padişahı Vahdettin biz Türklere şöyle diyor: “Türkler; dini, soyu sopu, yurdu belirsiz cahiller sürüsü.””

 


 

Söz konusu belge Osmanlı Padişahı Vahdettin’in “Türkler; dini, soyu sopu, yurdu belirsiz cahiller sürüsü.” ifadesini kullandığını göstermiyor.

Padişah Vahdettin’in bildirisine dair Fransa’nın Cidde’deki diplomatik biriminin kaleme aldığı metnin günümüz Türkçesiyle çevirisi şu şekilde:

 

“Fransa Cumhuriyeti Fransa Konsolosluğu Ticari ve Siyasi işler Dairesi Cidde

 

Asya N.56

Sâbık Sultan’ın bildirisi

(MAHREMDİR)

Cidde 12 Mart 1923

 

“Bu bildiri, İstanbul Hükûmeti’nin itilâf Devletleri’ne karşı hareketlerinde serbest olmadığı, bu nedenle bütün tasarruflarının hükümsüz bulunduğu şeklinde Ankara Hükûmeti’nce ileri sürülen tezi desteklemek için kullanılabilir, bu nedenle yayınlanmaması uygundur.” Poincaré (Fransa Başbakanının el yazısı ile)

 

Fransa Başkonsolosluğundan

Ekselans Mösyö R. Poincaré’ye

İcra Vekilleri Heyeti Başkanı ve Hariciye Vekili

 

Muhammed Vahideddin tarafından İslâm âlemine hitaben kaleme alınan ve yayınlanması şimdilik geciken beyannamenin tercümesini Ekselansınıza sunmakla şeref kesbederim. İslâm âleminde kullanılan bütün dillerde kaleme alınan bu bildiri, gerçekte kuru ve karmaşık bir savunma, aynı zamanda Kemalistleri ve özellikle Mustafa Kemal’i hedef alan bir ithamnamedir.

 

Hiçbir yeni değerlendirme unsurunu getirmediği gibi, İstanbul’un Bolşeviklere teslimi için muvafakatini koparmak üzere Sâbık Sultan nezdinde yapıldığı iddia olunan teşebbüs dışında, hiçbir yeni ayrıntıyı da içermemektedir. Vahideddin kaçışını Peygamber’in bir öğretisine uygun olarak yaptığını ifade etmekle beraber, kendini korumak ve hayatını, kanun ve adalet tanımayan kimselerin ellerinde muhakkak bir tehlikeye maruz bırakmak istemediğini de itiraf etmektedir.

 

Henüz kimse tarafından bilinmeyen bu beyannamenin Arapça bir nüshasını Yüzbaşı Depui, Cidde’nin tanınmış ayânından birinin yakın ilgi ve yardımıyla elde etmiştir.. Bunun bir kopyasını çıkarttım. Yine aynı şahıs tarafından sağlanan bilgilerden, bu bildirinin yazarı değilse de ilhamkârı olan Hicaz kralının, bugünkü ortam içinde Mustafa Kemal Hükümetini hoşnut etmeyecek böyle bir belgenin Mekke’den çıkarılıp dağıtılması hususunda tereddüt ettiğini, zira adı geçen kralın son zamanlarda Yeni Türkiye’den, Arap ülkelerinin tam bağımsızlığını tanıdığı ve kendisini de bu ülkelerin en büyük önderi addettiği konusunda güvence aldığını, öğrenmiş bulunuyoruz.

 

İmza: Léon Krajewski”

 

Mısır’ın başkenti Kahire’de yayınlanan El Ahram gazetesinin 16 Nisan 1923 tarih ve 14024 sayılı nüshasında yer aldığı belirtilen Padişah Vahdettin’in bildirisi şöyleydi:

 

Sâkıt Sultan Vahideddin’in İslam Alemine Beyannamesi

Şevketlü Sultan Muhammed Vahideddin Efendimiz Hazretlerinin Beyanname-i Hümayunlarıdır

Bismillahirrahmanirrahim

Bidayet-i iştialinde (tutuşmasının başlangıcında) devletimizin iştirakine katiyyen rıza göstermediğim ve bütün müddet-i devamınca elimde bulunan bilcümle vesaitle tahribat ve mazarratını tahdide çalıştığım harb-i umuminin avakıb-ı vahimesi (korkutucu sonuçları) tamamıyla kendini göstermeye başladığı bir zamanda biraderimin vefat-ı müessifi vukua gelerek Kanun-u Esasî-i Osmanî’nin bahşettiği hakka istinaden ve Ehl-i hâl ve akd’in (bağlayıp çözenlerin, yani devlet ileri gelenlerinin) bîat-ı umûmiyesi ile (genel onayıyla) makam-ı hilâfet ve saltanata câlis olmuştum (tahta çıkmıştım). O günler göz önüne getirilirse, makam-ı hükümdarîyi kabul eylediğim zaman beni karşılayan müşkilâtın derece-i ehemmiyet ve azameti takdir olunur. Bilâhare cephelerimizin birbirini müteakip sukut etmesiyle sabit olduğu üzere hiçbir ümid-i galebeye makrun (yaklaşmış) olmayan harb-i hâilin temadisi (korkunç savaşın sürüp gitmesi) ve usul-ü meşrutiyeti ilan ve tatbik ettirmek nikâbı (örtüsü) altında 324-1908’den beri re’s-i idâremize yerleşmiş bulunan İttihat ve Terakki erkânından müfrit ve müteneffiz (aşırı ve ileri gelen) kısmının harpten bil-istifade dahil-i memlekette revac verdiği yağma, ihtikâr ve anlaşılmayan maksatlarla bir bir ika’ettikleri gûnagûn (renk renk = türlü türlü) yangınlar sebebiyle payitahttan müntehay-ı hududa (sınırın sonuna) kadar memleketin her noktasında milletin varlığı erimekle ve üsare-i hayatiyyesi hevlengiz (cansuyu korkunç) bir surette heder olup gitmekte idi. Bu fecâi karşısında tevcih-i mesâi edilecek hedef ve gaye bittabi sulh ve müsalemetin (barışıklığın) iadesinden başka bir şey olamazdı. Bu maksadın temini için de hiçbir terahitevciz edilmemiş (gecikmeye izin verilmemiş) ve mümkün olan her çareye tevessül olunmuştur. Fakat, harbin devamından müteneffi olmakla (yararlanmakla) beraber, memleketimizde daima daire-i hukuk ve selâhiyetini tecavüze alışmış olan o zamanın hükûmeti ile yine o hükûmeti-i mütehakkimenin (diktatör yönetimin) etrafında tesis eylediği şebeke-i ihanet, mesâimin semeredâr olmasına hail (engel) olarak münferiden müzakerat-ı sulhiyyeye girişmekle elde edilecek menâfi (çıkarlar) ve şerait-i müsaideye (uygun koşullara) ve muhterem milletin hun-u mazlumunu (günahsız kanını) bilâsebep heder olmaktan vikâyeye imkân-ı vusul (korumayı sağlama olanağı) bırakmadı ve harp bütün dehşet-i tahripkâranesiyle meş’um (Mondros) mütarekenamesini imlâ mecburiyeti hasıl oluncaya kadar devam eyledi. Bu mütarekenin akdine memur murahhasların, elyevm Ankara’daki heyet-i vekile reisi Rauf Beyin taht-ı riyasetinde ve o zaman memleketin en mühim kuvve-i askeriyesinin de şimdiki Ankara meclisi reisi Mustafa Kemal’in kumandası altında bulunduğu herkesin hatır-nişanıdır.

Asayiş meselesi vesile ittihaz olunarak lüzum görülen herhangi bir mahallin işgali hak ve selâhiyetini düvel-i itilâfiyyeye bahşeden madde-i mahsusasıyla Adana, Musul, Antalya, İstanbul, İzmir işgalleri gibi sonraki bütün felâketIerin menşe ve masdarı (kaynak ve dayanağı) bulunan mezkûr mütarekenamenin akd ü imzası mağlubiyet ve mecburiyet ilcasıyla (zorlamasıyla) vuku bulmuş olduğu halde bilâhare İzmir işgali dolayısıyla beni ithama cüret edenlerin nokta-i nazarına göre, mezkûr işgallere istinatgâh olan Mondros Mütarekenamesini akde bilfiil iştirak eden Rauf, Fethi ve vaziyet-i askeriyyesi ile devlet-i böyle bir mecburiyet-i elimeye düşürmekte cidden zi-medhal (katkısı) bulunan Mustafa Kemal gibi bugünkü rüesayı aliyyenin (yüce başların) mes’ul ve müttehem olması lâzım gelir. Zira gerek bu mütarekenin imzasında ve gerek ondan sonraki bütün mesailde (sorunlarda) Kanun-i Esasî mucibince mes’uliyetten müstesna (sorumsuz) olan makam-ı hükümdarî için hükûmet-i mes’ulenin maruzatını tasdik lüzumu gibi gayr-i kabil-i itiraz bir sebep bulunduğu halde, ne kendi imlâ ve imza ettiği mütarekenin tatbiki demek olan felaketlere karşı bilâhare muhalefette önayak olmak küstahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı kuvâ-yı mevcudesinin kısm-ı küllîsini esir vererek zilletle (Toros) eteklerine iltica etmesi yüzünden mütareke akdini gayr-i kabil-i ictinab (kaçınılmaz) bir hale getiren Mustafa Kemal için şayan-ı kabul hiçbir mazeret mevcut değildir. İşte taht-ı Osmanîye cülûsumdan sonra ilk mühim hatve-i siyasiyyeyi (siyasal adımı) teşkil eyleyen mütarekeye kadar cereyan eden hadisat karşısında benim vaziyetim budur.

Mütarekeden sonra ittihaz ettiğim meslek ise geri alınması mümkün olmayacak bir hatve atmaktan ihtiraz ile beraber bir taraftan dahilde makul ve mutedil ıslahat ve icraata germî (sıcaklık = hız) vermek, bir taraftan da hariçte teşebbüsat-ı siyasiyyeye devam eylemek suretiyle aleyhimizdeki gayz-ı umumiyyenin (genel kızgınlığın) bertaraf olunacağı müsait zamanlara intizar edebilmek (bekleyebilmek) için vakit kazanmaktan ibaret idi. İzmir işgali hadisesinin karşısında ittihaz ve takip ettiğim meslek ve gaye de bundan başka bir şey değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icra olunacağı bildirilen bu işgal, düvel-i selâse-i muazzamanın kat’i ve nagehanî (üç büyük devletin kesin ve âni) kararına istinad etmekte olduğu gibi vak’anın bize tebliği de doğrudan doğruya düvel-i selâse-i müşarünileyha (anılan) tarafından vuku bulduğu cihetle düvel-i muazzama meselesi şeklinde tecelli etmiş idi. Hadisenin Yunan meselesi haline tahavvülü Yunanistan’daki vaziyet-i siyasiyyenin tebeddülü ile düvel-i muazzama-i müşarünileyhanın ittifakına haleldârî olduktan (girdikten) sonra husule geldi. Ondan evvel bu mesele, büyük ve galip devletlerce müttefikan ittihaz olunmuş bir karar-ı kat’inin tebliği mahiyetinde bulunduğu cihetle hakkımızdaki gayz-i umumiyyenin zevaline intizaren teşebbüsat-ı siyasiyye ile iktifa mesleğini tercih ettirmekte olduğu gibi, işgalin muvakkat mahiyeti haiz olması da meslek-i mezkûru müeyyed (anılan yolu doğrular) görünüyordu. Mesele Yunan meselesi halini aldıktan sonra harpte mağlup olmamak şartıyla mukavemete ben de taraftar idim ve nitekim bu his ile kuva-yı milliyyeye mütemayil bir takım kabineleri de mevki-i iktidara getirdim. Şu kadar var ki, o devrelerde Mustafa Kemal devlet-i metbuasına (tâbi olduğu devlete) itaat dairesinden huruc etmiş (çıkmış = başkaldırmış) ve Anadolu’da birçok aksakallı müftilere varıncaya kadar asıp kesmek gibi mezalimiyle vazife-i milliyye hududunu tecavüz ederek milletin başına tahammül olunmaz bir belâ kesilmiş idi.

Tıpkı İzmir hadisesi gibi, “Sevr” muahedesine ait teklif-i düvelî de Yunanistan’da vaziyeti siyasiyyenin tebeddülünden ve devletlerin aleyhimizdeki ittifak-ı şedidine haleldârî olmadan mukaddem olarak (önce), hiçbir noktasında tadil teklifine müsaade edilmeyerek yirmi dört saat zarfında tamamen kabul veya reddine mütedair tazyikat ve tehdidatı ihtiva ettiği cihetle, gayet nazik ve tehlikeli bir şekilde vuku bulmuş idi. Bununla beraber ben “Sevr” muahedesini kesb-i katiyyet etmiş addolunacak surette tasdik etmedim. Meselenin kat’iyet kesbetmesi, Meclis-i Meb’usanın kabulünden sonraki tasdikime mütevakkıf (bağlı) olduğunu ve hak ve adaletle te’lif olunamayacak surette gayr-i tabiî olan böyle bir muahedenin devam ve tekerrür edemeyeceğini (yerleşemeyeceğini) bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına müsait zamanın hululüne kadar vakit kazanmak tarikinde (yolunda) devam ile, muahedenin hükûmetçe kabulüne taraftar göründüm.

Mondros mütarekesi, İzmir hadisesi, “Sevr” muahedesi gibi müstesna bir nokta-i nazarla telâkki ettiğim vekâyiden sonra gelen mesailde, daima icabat-ı meşrutiyete tevfik-i hareket eyledim (meşrutiyet gereklerine uygun davrandım) ve bu sebeple, muhtelif kabinelerin muhtelif ve belki mütehalif (çelişen) içtihatlarına riayet ettim. Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen ve bilâhare devlet-i metbuasını tanımadığı cihetle tenkili (bastırılması) için kuvve-yi askeriyye sevkine lüzum gösteren kabinelere mümaşaatımda (uymamda) hükûmet-i mes’ule ile makam-ı hükümdarînin münasebet-i mütekabilesine (karşılıklı ilişkisine) ait icabat-ı meşrutiyetten ayrılmamak arzusu ve bazı esbab-ı zaruriyye-i siyasiyye âmil olmuştur. Bundan maada gerek kabine tebeddülâtında, gerek icraat-ı sairede nâzım-ı harekâtım, efkâr-ı hissiyar-ı şahsiyyemden ziyade daima efkâr-ı umumiyye veyahut gayr-i kabil-i mukavemet diğer müessirat olmuştur. Bunun en bariz delili; son Tevfik Paşa kabinesini, sırf aleyhinde efkâr-ı umumiyye tezahüratı meşhut olmadığı (gözlemlenmediği) için, şahsım ve makamım hakkında su-i niyetleri zâhir olan (görünen) Kemalcilerin, İstanbul’da tesis-i nüfuz etmelerine müsait bulunmasına rağmen, iki seneyi mütecaviz mevki-i iktidarda tutmaklığımda görülebilir.

Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliğin izalesi emrinde bu gibi fedakârlıklardan geri durmamakla beraber, hilafetin saltanattan tefriki veya tahtın İstanbul’dan Anadolu’ya nakli hakkındaki karar ve tasavvurlarına muvafakat eylemek elimden gelmemiştir. Bunlardan birincisi, ulema-yı İslamın malumu olduğu vechile şer’-i şerife (kutsal şeriate) katiyyen mugayir (aykırı) ve müekkilim bulunan Fahr ül-Mürselin efendimiz hazretlerinin hukukundan feragati mutazammın olmakla (içermekle) benim için selâhiyet ve imkân haricinde bir şey olduğu gibi, İstanbulun manen Ruslara teslimi ile Bolşeviklere cemile ibrazı (yararma) mahiyetinde bulunan ikinci tasavvurları da, hilâfeti İstanbul gibi siyasî ve tarihî bir istinatgâhtan mahrum eylemek demek olduğu cihetle katiyyen gayr-i kabil-i kabul idi. Bu gibi müfrit ve mecnunane arzularını tebaiyyet etmediğim (uymadığım) için bana hıyanet-i vataniyye izafe ve isnat edenlerle birlikte, her akıl ve iz’an sahibinin bilmesi lazım gelir ki dünyanın en büyük cah ü mansıbı (orunu) olan hilâfet ve saltanat makamını fiilen ve bi’l-irs ve’listihkak (babadan kalarak ve lâyığı olarak) haiz bir hükümdarı, hıyanet-i vataniyye gibi bir cürm-ü şenîe (kötü suça) sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras mevcut değildir. Ben o makamların ve simâ-i hilâfet makamının şeref ve haysiyetini muhafaza için muvakkaten tahtımdan, vatanımdan ve huzur ve rahatımdan cüda (ayrı) düşmeyi bile göze aldırdım. Bu müfarekatim (ayrılığım) bilhassa harb-i umumîden sonra kendi ef’alinin (edimlerinin) hesabını vermek mevkiinde bulunanlara karşı ef’alimin hesabını vermekten korkmak kabilinden olmayıp, belki hiçbir kanuna tâbi olmayan insanlar elinde müdafaa ve hakk-ı kelâmdan memnu bir halde hayatımı göz göre tehlikeye teslim etmek gibi emr-i ilahînin ve akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir şeyden ictinab eylemek (kaçınmak) ve hem de “Elfiraru mimma la-yutak min sünenil mürselîn”  [dayanma takatını aşandan kaçmak, peygamberlerin sünnetindendir.] fehva-yı şerifi (kutsal kavramı) üzere müekkil-î zi-şanımın (vekili olduğum şanlı zatın) hicret-i nebeviyyelerine ait olan sünnet-i seniyyeye itba’etmekten (uymaktan) ibarettir.

Müdafaa-i vatan gibi müstahsen gayelerle hiç münasebeti olmadığı halde Ankara meclisinin ittihaz ettiği mukarrerat-ı âhire (aldığı son kararlar) üzerine, muarızlarımla aramızda tahaddüs eden (ortaya çıkan) ve memleketimiz için hasıl olan vaziyel-i ahireyi telhis ederek (özetleyerek) derim ki:

Ceddim Osman Gazi’den Selim-i Evvel’e kadar Devlet-i Osmaniyye namıyla Türk Saltanatı var idi, Selim-i Evvel’den sonra ise bu saltanat hilâfetin inzimamıyla (eklenmesiyle) Saltanat-ı Muhammediyye haline geçmişti.

Şimdi bana bi-gayr-ı hakkın ihanet-i vataniyye isnat edenler, hilâfeti hukuk ve nüfuzundan tecrid ve tatil ederek bu Saltanat-ı Muhammediyye’yi yıkmışlar ve yalnız vatanlarına değil, bütün âlem-i İslâma ihanet etmişlerdir. Ben, devleti tehlikeden vikaye için, bilhassa harb-i umumîye iştirakimizdeki ifratların acısını tattıktan sonra, siyaset-i hariciyyede muarrızlarımın tâbiri vechile korkarak, yani itidal ve ihtiyat ile hareket ettim; daha doğrusu, vakit kazanmak için, icab eder ise kendimi feda etmeye karar verdim. Bu mutedil ve ihtiyatlı meslek karşısında, muarızlarımın müfrit ve herçibâd- abâd mesleği (aşırı ve her şeyi göze alır yolu) müntec-i isabet ve muvaffakiyet olur (doğruluk ve başarıyla sonuçlanır) ise, şahsen ben kaybedecektim, fakat devlet kazanacaktı; halbuki onlar devlete Saltanat-ı İslamiyyesini kaybettirdiler.

Eğer benim bir hatam var ise, din ve devletin bu derece tahrib ve tagbirine (yıkılmasına ve gücendirilmesine) (bazı müstesna şahsiyetlerden maada) bütün vükelâ ve ulemâ ve ukalâ ve ricâl-i memleket tarafından ses çıkarılmayacağına ve bazı hasis menfaatler mukabilinde gizli ve aşikâr suretlerle yardım edileceğine ihtimal vermemekliğimdedir. Ben, devletin hayat ve mematıyla herkesten ziyade alâkadar olan münevveran-ı milletimin, vazife-i vataniyye ve vicdaniyyelerini bu derece suiistimal etmeyecekleri hakkındaki hüsn-i zannıma ait olan hatamı itiraf ediyorum.

Netice-i kelâm olarak şurasını beyan ederim ki, hilâfet meselesinin halli, dini, kavmiyeti, vatanı meşkuk ve mahlût (kuşkulu ve karışık), askerîden ve sünuf-u saireden (diğer sınıflardan) mürekkep bir şirzime-i kalile (küçük bir azınlık) ile, kısmen mükreh ve mücber (korkutulmuş ve zorlanmış) ve kısmen ahvalin ledünniyatından (iç yüzünden) bî-haber olarak mugfel halinde (kandırılmış) bulunan beş altı milyonluk masum Türk kavminin selâhiyeti dahilinde olmayıp, bu; üçyüz milyonluk âlem-i İslâmın tamamına taallûk edecek bir mesele-i azimedir. Binaenaleyh şimdi ben, hilâfet hakkında Ankara’da ve İstanbul’da verilen fuzulî ve cebrî hükmü kat’iyyen kabul etmeyerek ve hakkımda reva görülen müfteriyatı (iftiraları), isnad edenlere kemal-i nefretle red ve iade ederek, memleketin ve bilâ-tefrik-i cins ve mezheb bütün ahalinin saadet ve refahından başka bir emeli olmayan, ve adl ü itidalin hâkim olmasını isteyen müsterih bir kalp ve vicdan ve hak ve hakikatin mağlûp edilemeyeceğine dair kavi bir iman ile sevgili vatanıma avdet edinceye kadar hak-i ıtr-nâkinin ezelden müştakı (güzel kokulu toprağının öteden beri özleyeni) olduğum haremeyn-i şerifeynde ve şimdilik civar beytüllahta imrar-ı evkat ediyorum (vakit geçiriyorum).

Beni “beldetüllah”a isal eden şu macereti mucib ül-mefharet (övünülesi) ile, hilafetin saltanattan tecridi teklifine karşı sebat ve mücahedem, nasibe-i hestîmi ve dehr-i ahiretimi teşkil edecektir.

Misafir olduğum bülâd-ı mukaddese-i Arabiyyenin hükümdar-ı âlî-tebarı (yüce soylu) ile ahali-i necîbesi (temiz soylu halkı) taraflarından gerek benim hakkımda ve gerek vatan-cüda diğer hemşehrilerim hakkında gösterilen âsâr-ı mihman-nevaziyi (konukseverlikleri) şükür ve mahmidetle (övgüyle) yad ettiğim gibi, haiz oldukları asalet-i mümtaza ve mutahharaya muvafık (seçkin ve temiz soyluluğa uygun) bir suretle hareket eden müşarünileyh cehâlet ül-mülk hazretleriyle aile-i muhteremeleri erkânının teâli-i şan ü şereflerini ve bu sayede bülâd-ı mukaddese-i Arabiyyenin ve sekene-i necibesinin tarihe ziynet veren mazileriyle lâyık oldukları inkişaf-ı mes’uda mazhar olmalarını da cidden temenni ederim.

İstanbul’dan müfarekatimden sonra bu ilk beyanımdır.

Vesselamu ala men itteba’l-Hüda
[Allaha uyanlara (doğru yoldan gidenlere) selâm olsun.]

Muhammed Vahideddin bin es-Sultan
Abdülmecid Han

 

Vahdettin’in Türklere Hakaret Ettiği İddia Edilen Sözünü Gerçek Addeden Yazarlar

Soner Yalçın, Sözcü Gazetesindeki 1 Haziran 2014 tarihli “Erdoğan’ın Alevi Düşmanlığının Kökeni” başlıklı yazısında son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in Türkler hakkında söylediği iddia edilen söze yer vermiş:

"Şey­hü­lis­lam Mus­ta­fa Sab­ri Efen­di'ye gö­re Türk; soy­suz­du. Vah­det­ti­n'­e gö­re Türk; di­ni, so­yu so­pu, yur­du be­lir­siz kar­ma­ka­rı­şık bir ca­hil­ler sü­rü­süy­dü. 

Bu söz­ler hiç şa­şır­tı­cı de­ğil…"

Yine Murat Bardakçı’nın ilgili köşe yazısını kapattığı cümleyle sonlandıralım. Ama siz bu cümledeki sosyal medya atfını köşe yazıları ile değiştirin:

“Bilgi kaynağı olduğunu zannettikleri sosyal medyayı daha da bir çöplüğe çevirebilmek için ellerinden geleni yapanlara bunları anlatabilmenin bilmem mümkinatı var mı?”

 

vahdettin türklere hakaret

 

Yorumunuzu yazınız...