Paylaşılan Resmin Abidin Dino Tarafından Nâzım Hikmet Ran’ın ‘Sen Mutluluğun Resmini Yapabilir Misin Abidin?” Sorusuna Yanıt Olarak Çizildiği İddiası Doğru Değil

Yanlış İddia

 

Ünlü şair ve yazar Nâzım Hikmet Ran (15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963) ile resimden heykele, seramikten sinemaya çok yönlü bir sanatçı olan Abidin Dino (23 Mart 1913-7 Aralık 1993) arasında geçtiği iddia olunan diyalogu ve Abidin Dino’nun Nâzım Hikmet’in sorusundan hareketle çizdiği sanılan resmi ele alacağız.

 

abidin dino nazım hikmet

 

Nâzım Hikmet’in birçok şiirini resimleyen, “Sesini Kaybeden Şehir” ve “Bir Ölü Evi” kitaplarının kapaklarını tasarlayan ressam arkadaşı Abidin Dino’ya “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin, işin kolayına kaçmadan ama” şeklinde seslendiği, Abidin Dino’nun da kendisine “Mutluluğun Resmi” adlı bir tablo ile yanıt verdiği sanılır.

Abidin Dino’nun Nâzım Hikmet’in sorusuna cevap mahiyetinde çizdiği iddiasıyla aşağıdaki (mutlu bir ailenin bir odada yatakta ve tavuklarla birlikte çizildiği) resmin sıklıkla sosyal medyada paylaşıldığına şahit oluyoruz.

 

mutluluğun resmi dianne dengel

 

Sanılanın aksine Abidin Dino‘nun “Mutluluğun Resmi” adlı bir tablosu bulunmuyor. Abidin Dino, tablolarına hayranlık duyan Nâzım Hikmet’in sorusuna “Mutluluğun Resmi” adlı bir tablo çizerek yanıt vermese de dostunun kendisini andığı şiire ithafen “Mutluluğun Resmi” başlıklı bir şiir yazmıştır.

Bahse konu resim (sağ alt köşesindeki imzadan da anlaşılacağı üzere) Abidin Dino’ya değil Dianne Dengel’e aittir.

Dianne Dengel’in “Evim Evim Güzel Evim” (“Home Sweet Home”) adlı tablosuna Semihat Karadağlı “Mutluluğun Resmi Yazıldı Mı?” başlıklı yazısında şöyle değinmişti:

“1 Ocak 1939 tarihinde Amerika-Rochester’da doğan, Resim sanatındaki tarzıyla tüm “dünyaya mutluluk saçan kadın” olarak tanınan Dianne Dengel, özellikle ‘fakir ama mutlu’ insanları resmetmesiyle ün kazanmıştır. Dianne Dengel resimde mutlu, huzurlu gülen insanları resmeder. Çalışmaları resimden çok 3D çalışması olarak kabul edilmektir. İnternete Dianne Dengel yazdığınız zaman yaptığı çizimlerin birbirine benzediği de görülecektir. Resimler her şartta mutlu olunabileceği ve hayvan sevgisini de resmeder. Dianne Dengel, 15 Mayıs 2012 yılında 73 yaşında vefat ettiğinde arkasında bir çok eser bırakmıştır.”

 

Bahse konu resmi yanlışlıkla Abidin Dino’ya ve Nâzım Hikmet’in “sen mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” sorusuyla ilişkilendiren paylaşımlardan örnekler şöyle sunulabilir:

“Nazım Hikmet “Saman Sarısı” şiirinin bir dizesinde “Bana mutluluğu çizebilir misin Abidin” demiştir. Bunun üstüne Abidin Dino “Mutluluğun Resmi” adlı bu tabloyu çizmiştir.”

 

nazım hikmet abidin dino resim

 

“Abidin Dino’dan mutluluğun resmi… Çizilebiliyorsa, yaşanabilir de.. Özü şükretmek…”

 

abidin dino mutluluğun resmi

 

Bahse konu tablonun Abidin Dino imzasıyla “Mutluluğun Resmi” adıyla farklı e-ticaret sitelerinde satışa sunulduğuna da şahit oluyoruz. Hatta, Dianne Dengel’e ait diğer bazı resimlerin de Abidin Dino’ya ait olduğu iddiasıyla paylaşıldığı görülüyor.

 

nazım hikmet abidin dino vera tulyakova

 

Nazım Hikmet, Abidin Dino ve Mutluluğun Resmi

 

Nâzım Hikmet, “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” sorusunu Abidin Dino’ya “Saman Sarısı adlı şiirinde yöneltmiştir.

Nâzım Hikmet’in 1961 yılında gerçekleştirdiği Varşova-Krakof-Prag-Moskova-Paris-Havana-Moskova arasındaki seyahatinin eseri olan, eşi Vera Tulyakova için yazdığı “Saman Sarısı” adlı şiiri şu şekilde:

 

SAMAN SARISI

 

I

 

Seher vakti habersizce girdi gara ekspres
kar içindeydi
ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım
peronda benden başka da kimseler yoktu
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri
perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kırmızı dolgun duduklarıysa şımarık ve somurtkandı
üst ranzada uyuyanı göremedim
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
bilmiyorum nerden gelip nereye gittiğini
baktım arkasından
üst ranzada ben uyuyorum
Varşova’da Biristol Oteli’nde
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığım yoktu
oysa karyolam tahtaydı dardı
genç bir kadın uyuyor başka bir karyolada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
oysa karyolası tahtaydı dardı
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu
oysa karyolalar tahtaydı dardı
iniyorum merdivenleri dördüncü kattan
asansör bozulmuş yine
aynaların içinde iniyorum merdivenleri
belki yirmi yaşımdayım belki yüz yaşımdayım
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyorduk gece yarılarına
üçüncü katta bir kapının ötesinde bir kadın gülüyor sağ elimde
kederli bir gül açıldı ağır ağır
Kübalı bir balerinle karşılaştım ikinci katta karlı pencerelerde
taze esmer bir yalaza gibi geçti alnımın üzerinden
şair Nikolas Gilyen Havana’ya döndü çoktan
yıllarca Avrupa ve Asya otellerinin hollerinde oturup içtikti
yudum yudum şehirlerimizin hasretini
iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
kapıcı uğurladı beni gocuğu geceye batık
yürüdüm buz gibi esen yelin ve neonların içinde yürüdüm
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
çıktılar önüme ansızın
oraları gündüz gibi aydınlıktı ama onları benden başka gören
olmadı
bir mangaydılar
kısa konçlu çizmeleri pantolonları ceketleri
kolları kollarında gamalı haç işaretleri
elleri ellerinde otomatikleri vardı
omuzları miğferleri vardı ama başları yoktu
omuzlarıyla miğferlerinin arası boşluktu
hatta yakaları boyunları vardı ama başları yoktu
ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler
yürüdük
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
gözlerinden belli diyemem
başları yok ki gözleri olsun
korktukları hem de hayvanca korktukları belli
belli çizmelerinden
korku belli olur mu çizmelerden
oluyordu onlarınki
korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız
bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara
her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar
hatta Şopen Sokağı’nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler
ama ne bir sıva parçası düşüyor ne bir cam kırılıyor
ve kurşun seslerini benden başka duyan yok
ölüler bir SS mangası da olsa ölüler öldüremez
ölüler dirilerek öldürür kurt olup elmanın içine girerek
ama korktukları hem de hayvanca korktukları belli
bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce
bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi
derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun
saçlarından sicim
ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin
içinde sıcak bir fırancala gibi
vakıt hızla ilerliyordu yaklaşıyordum gece yarılarına
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
kahraman bir mazurka oynuyorlar tarihleri boyunca
Belveder yolunda düşündüm Lehlileri
bana ilk ve belki de son nişanımı bu sarayda verdiler
tören memuru açtı yaldızlı ak kapıyı
girdim büyük salona genç bir kadınla
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ortalıkta da ikimizden başka kimseler yoktu
bir de akvareller bir de incecik koltuklar kanapeler
bebekevlerindeki gibi
ve sen bundan dolayı
bir resimdin açık maviyle çizilmiş belki de bir taş bebektin
belki bir pırıltıydın düşümden damlamış sol mememin üstüne
uyuyordun alacakaranlıkta alt ranzada
ak boynun uzundu yuvarlaktı
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığın yoktu
ve işte Kırakof şehrinde Kapris Barı
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın
arasında
onu oraya sen koydun
bir taş kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cıgara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cıgaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi
diyemem tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama
kendisi vardı
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize
yürüdük yıldızlara değen Ortaçağ duvarlarının karanlığında
vakıt hızla akıyordu geriye doğru
ayak seslerimizin yankıları sarı sıska köpekler gibi geliyordu
ardımızdan koşuyordu önümüze
Yegelon Üniversitesi’nde şeytan taşlara tırnaklarını batıra
batıra dolaşıyor
bozmağa çalışıyor Kopernik’in Araplardan kalma usturlabını
ve pazar yerinde bezzazlar çarşısının kemerleri altında
rok end rol oynuyor Katolik öğrencilerle
vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
vuruyor bulutlara kızıltısı Nova Huta’nın
orda köylerden gelen genç işçiler madenle birlikte
ruhlarını da alev alev döküyor yeni kalıplara
ve ruhların dökümü madenin dökümünden bin kere zordur
Meryem Ana kilisesinde çan kulesinde saat başlarını çalan
borazan gece yarısını çaldı.
Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi
ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın
borazan iç rahatlığıyla öldü
ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden
öldürülmenin acısını düşündüm
vakıt hızla ilerliyor gece yarıları ışıklarını yeni söndürmüş bir
vapur iskelesi gibi arkada kaldı
seher vaktı habersizce girdi gara ekspres
yağmurlar içindeydi Pırağ
Bir gölün dibinde gümüş kakma bir sandıktı
kapağını açtım
içinde genç bir kadın uyuyor camdan kuşların arasında
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
kapadım kapağı yükledim sandığı yük vagonuna
habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres
baktım arkasından kollarım iki yanıma sarkık
yağmurlar içindeydi Pırağ
sen yoksun
uyuyorsun alacakaranlıkta alt ranzada
üst ranza bomboş
sen yoksun
yeryüzünün en güzel şehirlerinden biri boşaldı
içinden elini çektiğin bir eldiven gibi boşaldı
söndü artık seni görmeyen aynalar nasıl sönerse
yitirilmiş akşamlar gibi Vıltava suyu akıyor köprülerin altından
sokaklar bomboş
bütün pencerelerde perdeler inik
tıramvaylar bomboş geçiyor
biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
ne kumaş ne kıristal ne et ne şarap
ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
ne bir karanfil
şehri duman gibi saran bu yalnızlığın içinde bir koca kişi yalnızlıkta on kat artan ihtiyarlığın kederinden silkinmek için
Lejyonerler Köprüsü’nden martılara ekmek atıyor
gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
her lokmayı
vakıtları yakalamak istiyorum
parmaklarımda kalıyor altın tozları hızlarının
yataklı vagonda bir kadın uyuyor alt ranzada
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
elleriyse gümüş şamdanlarda mumlardı
üst ranzada uyuyanı göremedim
ben değilim bir uyuyan varsa orda
belki de üst ranza boş
Moskova’ydı üst ranzadaki belki
duman basmış Leh toprağını
Birest’i de basmış
iki gündür uçaklar kalkıp inemiyor
ama tirenler gelip gidiyor bebekleri akmış gözlerin içinden
geçiyorlar
Berlin’den beri kompartımanda bir başımayım
karlı ovaların güneşiyle uyandım ertesi sabah
yemekli vagonda kefir denen bir çeşit ayran içtim
garson kız tanıdı beni
iki piyesimi seyretmiş Moskova’da
garda genç bir kadın beni karşıladı
beli karınca belinden ince
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
tuttum elinden yürüdük
yürüdük güneşin altında karları çıtırdata çıtırdata
o yıl erken gelmişti bahar
o günler Çobanyıldızına haber uçurulan günlerdi
Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık
yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı’nda yitirdim ansızın
seni oysa ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı
çoktan
ama yine de ansızın yitirdim seni
asfalt denizlerinde otomobilleri durdurup baktım içlerine
yoksun
bulvarlar karlı
seninkiler yok ayak izleri arasında
botlu iskarpinli çoraplı çıplak senin ayak izlerini bir de tanırım
milisyonerlere sordum
görmediniz mi
eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek olmaz
elleri gümüş şamdanlarda mumlardır
milisyonerler büyük bir nezaketle karşılık veriyorlar
görmedik
İstanbul’da Sarayburnu akıntısını çıkıyor bir romorkör ardında
üç mavna
gak gak ediyor da vak vak ediyor da martı kuşları
seslendim mavnalara Kızıl Meydan’dan romorkörün kaptanına
seslenemedim çünkü makinası öyle gümbürdüyordu ki sesimi duyamazdı yorgundu da kaptan ceketinin düğmeleri
de kopuktu
seslendim mavnalara Kızıl Meydan’dan
görmedik
girdim giriyorum Moskova’nın bütün sokaklarında bütün
kuyruklara
ve yalnız kadınlara soruyorum
yün başörtülü güler yüzlü sabırlı sessiz kocakarılar
al yanaklı kopça burunlu tazeler şapkaları yeşil kadife
ve genç kızlar tertemiz sımsıkı gayetle de şık
belki korkunç kocakarılar bezgin tazeler şapşal kızlar da var
ama onlardan bana ne
güzeli kadın milleti erkeklerden önce görür ve unutmaz
görmediniz mi
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri kocaman
Pırağ’da aldı
görmedik
vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben
onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım
diye ödüm kopuyor
ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem
koşuyor önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telaştır
alıyor beni
tiyatrolara konserlere sinemalara giriyorum
Bolşoy’a girmedim bu gece oynanan operayı sevmezsin
Kalamış’ta Balıkçının Meyhanesine girdim ve Sait Faik’le tatlı
tatlı konuşuyorduk ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu
onun karaciğeri sancılar içindeydi ve dünya güzeldi
lokantalara giriyorum estırat orkestraları yani cazları ünlülerin
sırmalı kapıcılara bahşiş sever dalgın garsonlara
gardroptakilere ve bizim mahalle bekçisine soruyorum
görmedik
çaldı geceyarısını Stırasnoy Manastırı’nın saat kulesi
oysa manastır da kule de yıkıldı çoktan
yapılıyor şehrin en büyük sineması oralarda
oralarda on dokuz yaşıma rastladım
birbirimizi birde tanıdık
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu
fotoğraflarımızı bile
ama yine de birbirimizi birde tanıdık şaşmadık el sıkışmak
istedik
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık
zaman duruyor
uçsuz bucaksız donmuş duruyor bir kuzey denizidir
ve Stırasnoy Alanı’na şimdi Puşkin Alanı kar yağmaya başladı
üşüyorum hele ellerim ayaklarım
oysa yün çoraplıyım da kunduralarımla eldivenlerim kürklü
çorapsız olan oydu bezle sarmış postallarında ayaklarını elleri
çıplak
ağzında ham bir elmanın tadı dünya
on dördünde bir kız memesi sertliği avuçlarındaki
gözünde türkülerin boyu kilometre kilometre ölümün boyu bir
karış
ve haberi yok başına geleceklerin hiçbirinden
onun başına gelecekleri bir ben biliyorum
çünkü inandım onun bütün inandıklarına
sevdim seveceği bütün kadınları
yazdım yazacağı bütün şiirleri
yattım yatacağı bütün hapislerde
geçtim geçeceği bütün şehirlerden
hastalandım bütün hastalıklarıyla
bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri
bütün yitireceklerini yitirdim
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
kara paltosunun yakası ak ve sedef düğmeleri koskocaman
görmedim

 

II

 

On dokuz yaşım Beyazıt Meydanın’dan geçiyor çıkıyor Kızıl
Meydan’a Konkord’a iniyor Abidin’e rastlıyorum da meydanlardan konuşuyoruz.
evveli gün Gagarin en büyük meydanı dolaşıp döndü Titof daha
dolaşıp dönecek hem de on yedi buçuk kere dolanacak
ama daha bundan haberim yok
meydanlarla yapılardan konuşuyoruz Abidin’le tavan arasındaki otel odamda
Sen ırmagı da akıyor Notr Dam’ın iki yanından
ben geceleyin penceremden bir ay dilimiymiş gibi görüyorum
Sen ırmağını rıhtımında yıldızların
bir de genç bir kadın uyuyor tavan arasındaki odamda Paris
damlarının bacalarına karışmış
yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu
saman sarısı saçları bigudili mavi kirpikleriyse yüzünde bulut
çekirdekteki meydanla çekirdekteki yapıdan konuşuyoruz
Abidin’le
meydanda fırdönen Celalettin’den konuşuyoruz
Abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor
ben renkleri yemiş gibi yerim
ve Matis bir manavdır kosmos yemişleri satar
bizim Abidin de öyle Avni de Levni de
mikroskobun ve füze lumbuzlarının gördüğü yapılar meydanlar
renkler ve şairleri ressamları çalgıcıları onların
hamlenin resmini yapıyor Abidin yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem
öyle görüp öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan vakıtları tuvalinde Abidin’in
Sen ırmağı da bir ay dilimi gibi
genç bir kadın uyuyor ay diliminin üstünde
onu kaç kere yitirip kaç kere buldum daha kaç kere yitirip kaç
kere bulacağım
işte böyle kızım düşürdüm ömrümün bir parçasını
Sen ırmağına Sen Mişel Köprüsü’nden
ömrümün bir parçası Mösyö Düpon’un oltasına takılacak bir
sabah çiselerken aydınlık
Mösyö Düpon çekip çıkaracak onu sudan Paris’in mavi suretiyle birlikte ve hiçbir şeye benzetemiyecek ömrümün bir
parçasını ne balığa ne pabuç eskisine
atacak onu Mösyö Düpon gerisin geriye Paris’in suretiyle
birlikte suret eski yerinde kalacak.
Sen ırmağıyla akacak ömrümün bir parçası büyük mezarlığına
ırmakların
damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar
salına salına dönecekler başımın üstünde
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
Abidin’e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanı’nda şehit düşenin ve Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını gözünü bilmediğimiz Titof Yoldaşın ve ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan genç kadının
Küba’dan döndüm bu sabah
Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı
bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini
değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı
balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem
gayrının resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini
yapabilir misin
bir el gördüm Havana’nın 150 kilometre doğusunda deniz
kıyısına yakın bir duvarın üstünde bir el gördüm
ferah bir türküydü duvar
el okşuyordu duvarı
el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının
on yedi yaşındaydı el ve Mariya’nın memelerini okşuyordu
avucu nasır nasırdı ve Karayip denizi kokuyordu
yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun
yirmi beş yaşındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan
otuz yaşındaydı el ve Havana’nın 150 kilometre doğusunda
deniz kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu
okşuyordu duvarı
sen el yaparsın Abidin bizim ırgatların demircilerin
ellerini
Kübalı balıkçı Nikolas’ın da elini yap karakalem
kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya kavuşan ve okşamayı bir daha yitirmeyecek Kübalı balıkçı
Nikolas’ın elini
kocaman bir el
deniz kaplumbağası bir el
ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el
artık bütün sevinçlere inanan bir el
güneşli denizli kutsal bir el
Fidel’in sözleri gibi bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla
fışkırıp yeşerip ballanan umutların eli
1961’de Küba’da çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler ve çok
rahat evler gibi ağaçlar diken ellerden biri
çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri
mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el
yalansız hürriyetin eli
Fidel’in sıktığı el
ömrünün ilk kurşunkalemiyle ömrünün ilk kaadına hürriyet
sözcüğünü yazan el
hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların
balkutusu bir karpuzu kesiyorlarmış gibi
ve gözleri parlıyor erkeklerinin
ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet
sözcüğüne
ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum
içiyor
mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının
akşam oluyor Paris’te
Notr Dam turuncu bir lamba gibi yanıp söndü ve Paris’in bütün
eski yeni taşları turuncu bir lamba gibi yanıp söndü
bizim zanaatları düşünüyorum şiirciliği resimciliği çalgıcılığı
filan düşünüyorum ve anlıyorum ki
bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağarayı ilk bizonu çizdiğinden beri
sonra bütün çaylar yeni balıkları yeni su otları yeni tatlarıyla
dökülüyor onun içine ve kurumayan uçsuz bucaksız akan
bir odur.
Paris’te bir kestane ağacı olacak
Paris’in ilk kestanesi Paris kestanelerinin atası
İstanbul’dan gelip yerleşmiş Paris’e Boğaz sırtlarından
hala sağ mıdır bilmem sağsa iki yüz yaşında filan olmalı
gidip elini öpmek isterdim
varıp gölgesinde yatmak bu kitabın kaadını yapanlar
yazısını dizenler nakışını basanlar bu kitabı dükkanında
satanlar para verip alanlar alıp da seyredenler bir de
Abidin bir de ben bir de bir saman sarısı, belası başımın.

 

Nâzım Hikmet’in kendi sesinden Saman Sarısı adlı şiirini dinleyebilirsiniz:

 

 

Abidin Dino, tablolarına hayranlık duyan Nâzım Hikmet’in sorusuna “Mutluluğun Resmi” adlı bir tablo çizerek yanıt vermese de dostunun kendisini andığı şiire ithafen “Mutluluğun Resmi” başlıklı şiiri yazdığı iddia edilmektedir (Bu hatalı aktarıma Malumatfurus.org olarak biz de düşmüştük. Hatayı aktaran Semihat Karadağlı’ya teşekkürlerimizle).

Ancak, Nâzım Hikmet’in “Saman Sarısı” şiirindeki “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” sorusuna yanıt mahiyetindeki “Mutluluğun Resmi” şiiri Bahattin Gemici imzasını taşıyor.

Bahattin Gemici’nin “Yarım Bırakma Türkünü” (1988)  adlı şiir kitabında (Memleket Yayınları. Sf: 50-52) Abidin Dino’nun kendisine teşekkür ettiği çizim ile birlikte yer alan şiir şu şekilde:

 

Mutluluğun Resmi

-Abidin Dino’dan Nâzım Hikmet’e-

 

Ben mutluluğun resmini

Yapardım yapmasına

Mümkün olsaydı eğer

Bir şafak vakti

Yedi tepeli şehrime dönmek

Kokusu buram buram tüten

Limanda simit satan çocuklar

 

Martıların telaşı bambaşka

İşçiler gözler yolunu

İnebilseydin o vapurdan

Ayağında Varna’nın tozu

Yüreğinde ince sızı

Mavi gözlerinde

Yanıp tutuşan hasretle

Seninle bir daha kucaklaşabilseydim

Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi

Bağrımıza bassaydık seni Nâzım

Yapardım mutluluğun resmini

 

Başında delikanlı şapkan

Kolların sıvalı, kavgaya hazır

Bahriyeli adımlarla düşüp yola

Giriverseydik Meserret Kahvesi’ne

İlk karşılaştığımız yere

Bir acı kahvemi içseydin

Anlatsaydık o günlerden

Geçmişten, gelecekten

Ne günler biterdi

Ne de geceler

Dinerdi tüm acılar seninle

Bir düş olurdu ayrılığımız

Anılarda kalan

Ve dolaşsaydık Türkiye’mizi

Bir baştan bir başa

Yattığımız yerler müze olmuş

Sürgün şehirler cennet

 

İşte o zaman Nâzım

Yapardım mutluluğun resmini

Buna ne tuval yeterdi ne boya

 

bahattin gemici yarim birakma turkunu
Görseller: Semihat Karadağlı

bahattin gemici mutlulugun resmi

bahattin gemici mutlulugun resmi siiri

bahattin gemici abidin dino

 

Semihat Karadağlı, Mutluluğun Resmi şiirinin hikâyesini şöyle aktarmıştı:

“Bahattin Gemici, Abidin Dino’nun 1987’de Essen Halk Yüksek Okulu’nda açılan sergisine, ardından düzenlenen söyleşisine katılır. Gemici, Dino’nun anlattıklarını; Nazım Hikmet’le olan ilk tanışmalarını, buluşmalarını ve dostluklarını ilgiyle dinler. Bahattin Gemici , 11 senedir ülkesine gidemediği için memleket hasretiyle yanıp tutuşmaktadır. Toplantı sonunda herkes Hüseyin Çölgeçen tarafından yayımlanan Abidin Dino’nun resim kataloğunu imzalatmak için sıraya girer. Abidin Dino kataloğu alan herkes için bir iki dakikada özgün resimler çizmektedir. Gemici, kataloğu Abidin Dino’ya verir ve ona kendi yazdığı “ KARŞIDA BİZİM MEMLEKET” şiirini okur.

 

 

Bahattin gemici 1972 yılında Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’nda öğrenciyken Nâzım Hikmet’in “Davet” şiiri yüzünden iki hafta okuldan uzaklaştırılır. Bu yüzden bazı bitirme sınavlarına giremez, güz döneminde mezun olur. 1980’de çok sevdiği şair Nâzım’ın Moskova’daki mezarını ziyaret eder.

 

Abidin Dino ile Essen’deki güzel karşılaşma Bahattin Gemici’yi etkilemiştir. Nâzım’ı ve Abidin Dino’yu çok sevmektedir. “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diyen Nâzım’a, Abidin Dino’nun da bir yanıtı olmalı, diye düşünür. Yapılan sohbetten esinlenerek o akşam bir şiir yazar.”

 

nazım hikmet abidin dino vera tulyakova

 

Abidin Dino’nun bir röportajında kendisine yöneltilen “mutluluğun resmi” sorusuna ilişkin şu yanıtı verdiği aktarılmaktadır:

“Mutluluğun değil ama sevincin resmini zaman zaman yaptım. Mutluluk süreklilik gerektiren bir şey. Resim tarihinde pek de yapabilen olmadı. Korkunun, çirkinliğin, sefaletin, mutsuzluğun yapıldı da, mutluluğun hayır. Büyük sevinçler yaşadım. Evet, tekrar tekrar yaşadım. Bir ömür boyu Güzin’le yaşamak mutluluğun eşiğinde yaşamak demek. Güzin olmasaydı, çoktan yok olmuştum.”

 

mutlulugun resminin hikayesi

 

Yorumunuzu yazınız...